21 Mayıs 2014 Çarşamba

Elif Şafak - Araf


Okuduğum Tarih : Nisan 2013

Elif Şafak’ın bu biraz uçuk, biraz duygusal, bir grup gencin kendileri için hem hayatlarında hem de yaşadıkları Amerikan topraklarında yer elde etme, bir yere ait olma gayretleri, her birisinin enteresan huyları hatta fobileriyle dolu romanı okuyucuyu zaman zaman şaşırtıyor ve düşündürtüyor.

Roman, Abed ile Ömer’in bir barda sabaha kadar içip (Aslında bir tek Ömer içmiştir) sonra ayrılmalarıyla başlıyor. Ömer evine gidiyor ve yeni evlendiği Gail ile tartışıyor. Abed de Piyu ile paylaştığı evine dönüyor.

Sonra hikaye geçmişe Gail’in üniversite yaşamına fokuslanıyor. Önce Gail’in asıl ismi Zarpandit olarak üniversite ortamında sosyalleşmekte ne kadar zorlandığını öğreniyoruz. Yeni arkadaş edindiği Debra ile onun soranity’sinin bir parçası olmaya çalışıyor ama çekingen halinden bir türlü vazgeçemiyor. Sonraki yıllar Debra ile arkadaşlıkları ilerliyor ve beraber yaratıcı bir çikolata dükkanı açıyorlar.

Ömer’de ABD’ye siyasal bilimler konusunda doktora yapmaya gelmiş bir öğrenci olarak oturacak ev ararken gazetede gördüğü ilandaki adrese giderek enteresan yeni ev arkadaşları Faslı Abed ve İspanyol Piyu ile tanışıyor. Onların ‘Ev Arkadaşlığı Testi’ni’ yaparak sarımsak merakı yüzünden ev arkadaşlığına seçiliyor. Üçü çok iyi arkadaş oluyorlar.

Piyu yine kendisi gibi Hispanik olan Alegre ile çıkıyor. Bir arkadaş yemeklerinde de Gail ve Debra ile tanışıyorlar.

Abed’in annesi Zehra bir süreliğine onları ziyarete geliyor. Abed’in Fas’tan eski kız arkadaşı Safiye’nin mektuplarında Abed’e ‘seni daha fazla bekleyemem’ mesajı vardır.

Ömer sürekli kız arkadaşı değiştirse de bir süre sonra Gail’den çok hoşlanmaya başlıyor ve bu tek taraflı aşka dönüşüyor. Sonunda dayanamayıp arkadaşlarının da yanında Gail’e evlenme teklif ediyor. Gail kabul edince önce hep beraber yaşıyorlar sonra Gail ile Ömer kendi evlerine taşınıyorlar. Arkasından da İstanbul’a Ömer’in ailesiyle tanışmaya gidiyorlar.

İstanbul’da harika vakit geçirdikten sonra dönüşte havalimanına giderken Boğaz Köprüsü’nde trafikte durduklarında zaman zaman manikdepresif sıkıntılar yaşayan Gail’e yine bir ölme düşüncesi geliyor. Ömer yanında Walkman’inde müzik dinlerken, Gail arabadan inip eşi ve taksi şoförü arkasından yetişemeden kendini köprüden boşluğa bırakıyor.

GÖZLEMLERİM:

*Gerek gurbette olduklarından kendilerini yabancılaşmaya karşı korumaya çalışan Amerikalı olmayan kitabın kahramanları : Ömer, Abed, Piyu ve Alegrei gerekse Amerikalı olup da yine toplumun dışında kalmış ve çırpınan Gail ile Debra bu romanın başlıca 6 karakterini oluşturuyorlar. Bu farklı kişiliklerle gözlemlediğim bilgiler:

*Ömer: Türk. Çok yakışıklı. Doktora yapmaya gelmiş, bunu yapabilecek zeka ve beceriye sahip olmasına karşılık tembel ve fokuslanamıyor. Sürekli kulaklıkla müzik dinleyerek rahatlayabiliyor, hep İngilizce dinliyor, her yere geç kaldığı için zaman mevhumu yok ama müzikle zamanı ölçüyor. Parçaları arka arkaya defalarca dinleyerek bir yerden bir yere ne kadar zamanda gideceğini hesap ediyor; müthiş kadın düşkünü bir Don Juan gibi ama ciddi olmayacağı kişileri seçiyor, kendi ailesine karşı sürekli tepkili, evlendiğini bile sonra haber veriyor.

*Gail: Yahudi. Amerikalı. Gerçek adı Zarpindat. Gail ismini de başka bir isimden kısaltarak kendi kendine seçmiş, ruh haline göre isim değiştirebileceğini düşünüyor, çok direkt konuşuyor, kreatif çikolatalar dizayn eden bir dükkanı var, intihara meyilli, manik depresif, kaç kez intihara yeltenmiş başarısız olmuş. (tren rayları, ip, fırın) Saçında her zaman gümüş kaşık taşıyor, gördüğü belirtileri işaret olarak kabul edip moralini ona göre tayin ediyor (şapkasına etrafta ağaç yokken bir yaprak düşmesi).

*Abed: Faslı. İyi kalpli. Biyokimya okuyor. Başarılı, gelenekçi, Fas’ta Safiye ile evlenmek istiyor ama Amerika’dan kolayca ayrılamayacağını bildiği için onu elinden kaçıracağını da biliyor, çamaşırhanede gördüğü annesi yaşındaki kadına karşı cinsel istekle dolu ama gelenekçiliğini kıramıyor, korku film hastası, sarımsak delisi.

*Piyu: İspanyol. Diş hekimliği okuyor. Başarılı. Aşırı titiz ve temizlik hastası. Alegre ile çıkıyor, onunla evliliğe karar veremediği için cinsel ilişkiye giremiyor. Sarımsak hastası.

*Alegre: Meksikalı. Harika bir aşçı, sürekli mutfakta olmayı seviyor, yemek yemeyi çok sevse de Blumia hastalığı olduğundan yedikten hemen sonra kusuyor. Öfke tepkileri ilginç.

*Debra: Kendisine mutlaka tam ismiyle hitap edilmesini istiyor. (Debra Ellen Thompson) Amerikalı, lezbiyen ama kendini tam deşifre edemiyor.

*Birbirlerinden çok farklı karakterler, hepsinin kendi mutluluk, var olma iksirleri ve takıntıları var. Sanki hepsi Dante’nin İlahi Komedya eserinin Araf’ında kalmışlar. Ruhlarından arınıp cennete ulaşmaya çabalıyorlar. Yani önleri belirsiz.

*Gurbette yaşayan öğrenciler üzerine kurulmuş bir eser.

*Genel olarak yaşamın zorlukları ve insan psikolojisi anlatılıyor.

*Bana Amerika’da okumak için geçirdiğim 5 seneyi anımsatıyor (1990-1995). Elif Şafak da 3,5 sene kalmış. O kadar değişik sahnede Amerika’daki yaşamımdan sahneler, enstantaneler gördüm ki benim için nostaljik bir deneyim oldu bu kitabı okumak. İnsanın geçmişini anlatan/yansıtan bir yazı okuması çok ilginç ve duygusal bir deneyim.

*Ömer’in zamanla ilgili sıkıntıları var, ne yaparsa yapsın her yere geç kalıyor. Enteresan olan bu dakiksizliğini dinlediği şarkıların süreleriyle kompanse etmesi. Ömer’in dinlediği müzikler Şafak’ın da favorileri midir acaba?

*Ömer’in dinlediği şarkıcılar / gruplar :
Nick Cave, Roger Mc Quinn, Stone Roses, Barry Adamson, Pixies, David Bowie, Patti Smith, Cypress Hill, System Of A Down, Alabama 3, Queensryche, Lou Reed, Sugarcult, The Clash, Anita Lane, Banco De Gaia, Joe Strummer, Nico, Skunk Anansie, The Ramones, The Smiths, Portishead, Sex Pistols, Street Preachers, Chumbawamba, Elvis Costello, Don Allison, Dead Kennedys, PJ Harvey, Iggy Pop Stooges, Toplam 30 şarkıcı ya da grup. Roman sırasında bahsi geçen şarkı sayısı ise otuzdan fazla. Bu roman bir nevi kişiyi bir plak dükkanına sokup orada çeşitli longplayler arasında gezdiriyor. Bütün bu eserleri dinlemek isterseniz saatlerce vakit geçirebilirsiniz. Artık günümüzün internet dünyasında bu eserlerin çoğunu bulmak da mümkün (örneğin Spotify’da).

*Sarhoşluk:
“Ne de olsa ayyaşların sabaha her birini unutacakları envai çeşit saçmalığı yapma hakları vardı;” (s10)

*Amerikalıların / Amerika’nın yaşamından, geleneklerinden, değer yargılarından kesintiler roman boyunca aktarılıyor. Bu yorumların/gözlemlerin tamamına ben de kendi tecrübemden dolayı katılıyorum. Gerçekten neredeyse her birisini tek tek düşünmüşümdür:
-Aşinalık:
“Ne de olsa Amerikalılar, hemen herkes gibi, aşinalık peşindeydi;” (s11)
-Posta kutularına gelen ıvır zıvır mektuplar:
“Her zamanki ıvır zıvır; her yerden yağan indirim kuponları, duyurular, el ilanları, kredi kartı teklifleri.” (s30)
-Okulların bahçelerindeki sincaplar:
“Sincaplar ile kızlar benzer bir uyanıklık ve çeviklikle kampüs nüfusunu meydana getiriyordu.” (s49)
-’İlginç’ sözcüğünün sık kullanılması ve anlamını kaybetmiş olması:
“Hep böyle derlerdi. Ama o artık “ilginç” kelimesinin gündelik iletişim içinde dolaşımda olan bütün sıfatlar arasında en kalın kabuklusu olduğunu öğrenmişti, kalın kabuklu demek illa da içinde bir şey olduğu anlamına gelmiyordu. “İlginç” kelimesinin hiçbir ilginç tarafı yoktu.” (s52)
-Her şey için levhalarla uyarıların olması “Kar Kaygandır” gibi:
“Herhalde sadece Amerika’da KAR KAYGANDIR diye bir uyarıyla karşılaşabilir insan…” (s127)
-Arap’lardan çekinmeleri korkmaları:
“O anda tek gördüğüm seni nasıl gördükleri. Arap’a benzeyen şüpheli bir adam yaklaşıyor,” (s129)
-Karla kaplı şehirler:
“Zira sabah kalkar kalkmaz bütün dünyanın karla kaplandığını görmenin insanlar üzerinde sosyalleştirici bir etkisi vardır.” (s232)
“Kar bütün faaliyeti hareketleri, hırsları, tutkuları yavaşlatmıştı, herkesin üzerine bir şüphe perdahı yağmış gibi.” (s235)
-Noel’in insanlar üzerindeki etkisi:
“Noel ne de olsa insanın hayatında yinelenen şeylere son vermesi için yinelenen bir başlangıç fırsatıdır.” (s249)
-Vergi Dairesi:
“Vergi Dairesi  gibi bir şeydi, oraya cevabı olmadığından emin olduğunuz sorularla gidip sorularınızı anlamsızlaştıran cevaplarla geri dönüyordunuz.” (s255)
-Şehir efsaneleri:
“Şehir efsaneleri, dünyanın özgür yurttaşlarıdır. Seyahat etmek için pasaporta, bir yerde kalmak için vizeye ihtiyaç duymazlar. Temasa geçtikleri kültürün rengini alan dilsel bukalemunlardır onlar. Hangi kıyıya ulaşsalar hemen yerlisi olurlar. Şehir efsaneleri, kimseye ait olmayan ama herkesin malı olan özgür ruhlardır.” (s293)


*Romanın konusuyla direkt ilintili olmasa da temalarından biri hayvanlar hakkında bilgiler:
-Karga:
“Diyor ki, karga ailesi, muhterem kuş sülalesinin en muhterem fertleri sayılabilirmiş. Yeterince yaşlı bir karga bulabilirsen şayet, ninenin ninesinin gözlerine bakmış dahi olabilirmiş.” (s14)
-Göçmen kuşlar:
“Göçmen kuşlar, kuş aleminin en tuhaf grubunu teşkil ediyordu. Önce uzak memleketlere göç etmek için sürülerinden ayrılıyor, oraya vardıklarında da toplanıp sürüler oluşturuyorlardı.” (s96)
-Ringa balıkları:
“Çocukken annesi ve babasıyla Cape Cod’a yaptıkları bir yolculukta Gail gelgit esnasında nehrin ağzındaki ringaları seyretmişti.” (s260)
-Martı:
“Martılar şaşırtıcı ölçüde karmaşık kuşlardır ya da fazlasıyla basit. Çelişkilerle doludurlar. Tek başlarına süzülürler ama daima bir topluluk oluştururlar. Kaba bir hantallıkları ve çirkinlikleri vardır ama aynı zamanda kendilerine has asil bir zarafete sahiptirler. Çöplerin arasında mideye indirebilecekleri bir şey aramak için çöp kutularının yanına indiklerinde çok aptal görünürler; ama çatıların ya da kayaların üzerinde, hiç kıpırtısız, kendi tefekkürlerinin ağırlığı altında donmuş gibi dalgın dalgın denize baktıklarında o tumturaklı bilgeliklerinin üzerine yoktur.” (s361)

*Amerikalı olmayan kişilerin gurbette yabancılaşma hisleri / davranışları yine Amerika’da yaşayışım sırasında kendim de hissetmişimdir:
-Kendi isminin telaffuzunun zorluğu:
“Yine de mesele yabancıların isimlerini ya da soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı.” (s12)
“İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir; bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu.” (s12)
-İki yabancının ortak dil olan İngilizceyle haberleşmesi:
“Ne vakit bir yabancı bir başka yabancıyla ikisine de yabancı olan ortak bir dilde sohbet etmeye kalksa, konuşmalarının en iyi tarafı budur işte. İçlerinden biri bir kelimeyi bulamadığında, öteki de bulamaz nasıl olsa.” (s17-18)
-Türk kahvesi içmek:
“Türk kahvesine ‘Yunan kahvesi’ deseler de bir Yunanlının, diğer kahveler yerine Türk kahvesini tercih etmesi…” (s24)
-Memlekete ucuza telefon açmak:
“Memlekete nasıl daha ucuza telefon edileceği ya da kahvaltı için nereden kaliteli siyah zeytin bulunabileceği türünden gündelik ayrıntılardan akademik ilgi alanlarını ve kişisel dedikoduları paylaşmaya kadar.” (s95)
-Sürekli kendisine nereli olduğunun sorulması ve Türkiye dediğinde şaşkınlık, bilgisizlik:
“Amerika’da sık sık ona nereli olduğunu soruyorlar, cevabı aldıklarında da ya talimat formatına “Ha, Türkiye!” ya da soru formatında “Ya, Türkiye?” cevabını yolluyorlardı, duruma göre bu arada nazik bir merakla “Aman ne kötü!” ya da “O kadar kötü mü?” dercesine yüzünü inceliyorlardı.” (s104)
-İngilizce rüya görmeye başlamak:
“İngilizce rüya görmeye başlamak bir eşiktir, daha büyük bir değişimin, insanın artık aynı kişi olmasına izin vermeyecek kadar derinden bir değişimin yolda olduğunu gösteren bir işaret.” (s147)
-Uçak yolculuğunun yorgunluğu:
“Yarım gün boyunca çeşitli saat dilimleri üzerinden uçmak “kişinin bedenindeki biyolojik ritimlerin bozulmasına” (uçuş yorgunluğunun sözlük karşılığı) neden oluyorsa, insanın memleketinden temelli havalanıp çeşitli kültür dilimleri üzerinde süzülmesinin de “kolektif hafızadaki zihinsel ritimlerin bozulmasına” (hüzün için önerilen karşılık) sebep olabilir.” (s158)
-İngilizce konuşurken yapılan yanlışlar:
“Ne de olsa bir dilin yerlileri, yabancıların ürettiği mini minnacık yanlışları duymaktan hoşlanır. Nadiren müdahale ederler, ettiklerinde de çocuklarının yaptıkları hatalardan zevk alan ana babaların şefkatli ihtiyatı vardır hallerinde.” (s240)

*Ev arkadaşlarına sarımsak sevip sevmediklerini anlamak için test yapılması romanın ‘uçuk’ fikirlerinden. Kendim sarmısağın tadından da kokusundan da hiç hoşlanmadığım için bu gıda maddesinin seçilmesinde bir ironi olup olmadığını çözemedim. Belki yazar da hoşlanmıyordur sarmısaktan? Ya da tutkun derecesinde bağlıdır!? Her şekilde bir gıda ürününe göre böyle bir ‘ev arkadaşlığı testi’ yapılması hem komik hem de uçuk.
“Tebrikler! Sarımsak testimizde en yüksek puanı aldın.” (s109)
“Sarmısak burada adeta kutsaldı.” (s110)

*Yabancı hissi:
“İnsan yabancı oldu mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten ibaretim artık.” (s130)

*İstanbul’un muhteşem bir şehir olmasına atıf yapılması hoşuma gitti:
“İstanbul bu fuzuli kaygıların ötesindedir.” (s359)

“Öyle tehditkar bir yakınlığı vardı ki insan neredeyse nabzının atışını duyabiliyordu. Kirli, dar, yılankavi sokaklar, pencereleri ardına kadar dışarıda zonklayan hayata açılmış üst üste, iç içe, salaş evler, kimileri hayli bakımlı ve tıknaz, kimileri sefil sürü sepet kediler; sadece uzun zaman önce sönüp gitmiş hayatların izleriyle değil, daha doğmamışların işaretleriyle de kaplı tarih bulamacı. Buradan böyle bakar bakmaz şehir pek çirkin görünmüştü Ömer’e.” (s360)

*Vapurdaki seyyar satıcılar küçüklüğümden beri Büyükada’daki yazlığımıza gidiş gelişlerde hayatımızı dolduran öğelerden biri olmuşlardır:
“Baylar bayanlar! Bir dakikalık dikkatinizi istirham ediyorum. Karşılığında size hayatta ihtiyacınız olan her şeyi sunacağım, belki bir sevgili hariç!” (s367)

“Çingene seyyar satıcı devasa deri çantasını yere koydu ve yumurta gibi parlak ve cırtlak sarı bir plastik alet çıkardı, sivri kenarları ve tepesinde tuhaf bir kapağı vardı. Herkes bu mucizeyi görebilsin diye şeyi havaya kaldırdı. Bunu takip eden üç dakika içinde bir patates soydu, havuç ve salatalık dilimledi, bir limon bir portakal sıktı, sularını dinleyiciler arasındaki birkaç talihliye ikram etti, bir kurşunkalem açıp sivriltti, yaprak dolması sardı, bir turşu kavanozu açtı, hepsi “bu inanılmaz Japon icadıyla”. Kimse ciddiye almadı.” (s368)

“Osmanlı tuğrası, uzun, narin, burmalı sapında kehribar taşı olan otantik bir gümüş kaşık. Kıymetli ve eski görünüyordu. Bu üç kaşık setini alan şanslı müşteri için diye bağırdı satıcı, bu paha biçilmez antika kaşık bedava!” (s369)

*Aşkı tanımlayan anlamlı cümleler:
“Oysa belki de aşkla beraber gelen değişim tek kurtarıcımız olacak hayatta.” (s32)

“Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi.” (s32)

“Aşk değil, hatta AŞK bile değil AŞK!” (s277)

“Aşkı ilan etmenin aşk öznesi üzerindeki etkisi.”
“Aşkı ilan etmenin aşkın tanıkları üzerindeki etkisi.”
“Aşkı ilan etmenin aşk nesnesi üzerindeki etkisi.”
“Aşkı ilan etmenin özne Ömer Özsipahioğlu üzerindeki etkisi.”
“Aşkı ilan etmenin nesne Gail üzerindeki etkisi.”
“Aşkı ilan etmenin tanıklar Abed ve Piyu üzerindeki etkisi.” (s281)

“Her aşk ilanı bir bencillik bildirgesi değil midir?” (s290)

“Aşk da beklentiler ve inançlarla ilgili. İnsan kendisi için hala kurtuluş ümidi olduğuna ve günün birinde özel birinin bunu mümkün kılacağına inanıyor.” (s297)

“Velhasıl aşkın kör olduğu zannı.” (s301)

“Son sürat semanın yedinci katına kanat çırpmakla meşguldüler.” (s301)

“Tanımı gereği aşk, sezgisel, akıldışı bir şey, bir nevi katlanılır delilik olduğundan.” (s305)

“Arkadaki küçük oda senin gümüş kaşık odan olur” dedi Ömer, herkes onları kutuların arasında bırakıp gittikten sonra. “Sana binlerce gümüş kaşık alırız.” (s336)

“Bulurum. Olmazsa şık lokantalardan çalarım. Senin ebedi kaşık sağlayıcın olurum.” (s336)

*Doğum ve Ölüm için gelenek çakışması:
“Yahudilerin tam da ölüme ramak kala bir hastaya isim verme adetleri bu yüzden. Ölüm döşeğinde yatanların isimlerini değiştirirlerdi, ikinci bir hayat şansı verebilmek için onlara. Müslümanların tam da doğum sonrasında isimlendirme gelenekleri bu yüzden. Yeni doğan bebeğin henüz açılmamış kulaklarına adını fısıldarlardı, ruhuna iyice işlesin diye ismi üç kere tekrar ederek.” (s33)

*Evlilik üzerine yorumlar:
“Başlangıçta evlenirlerse hayatlarının biteceğini kuruntu ederler, bir kere evlenince bu sefer de boşanırlarsa yaşayamayacaklarını zannederler.” (s302)

“Evlilik bağının yazılı olmayan kuralları, her kuşun kendi sürüsünden biriyle eşleşmesini şart koşuyordu.” (s305)

“Birkaç ay önceden dans kursuna yazılın. Bir konuk defteri alın ve bütün konukların içine yazmasını sağlayın. Aldığınız bütün hediyelerin ayrıntılı bir listesini yapın.” (s306)

“Kadınlar kendilerine en uygun erkekle evlenmezler.” Abed ağır ve ciddi bir edayla başını kaldırdı. “En uygun erkeğe aşık olur, sıradaki ikinci erkekle evlenirler.” (s328)

*Gamalı haçın kökeni:
“Hindistan’daki en eski paralarda, Japon, Çin, Küçük Asya, İran, Yunanistan, Britanya, İskandinavya hatta İzlanda resimlerinde görülüyormuş. Naziler gamalı haçın sahibi değil yani. Hitler bunu saf bir Aryan işareti olduğu zannıyla almış.” (s320)

*Roman cinselliği de kendi doğallığında, gençlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olarak işliyor:
“İnsanın daima özlemini duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel hayata kavuştuğu halde eski tempoda mastürbasyon yapmaya devam etmekten duyduğu suçluluğa benzer. Doğrusunu söylemek gerekirse daima özlemini duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel hayata kavuştuğu halde eski tempoda mastürbasyon yapmaya devam ediyordu, ama bundan suçluluk duyduğu olmamıştı şimdiye değin.” (s31)

“Sonra ellerini usulca göğsünde, ne kadar uykulu olduğunu tartmak istercesine penisinde gezdirdi.” (s38)

“Connie onun memelerini öpmekte, yalamakta, emmekte ve ısırmakta, tek gram fazla yağı olmayan vücuduna hayran kalmaktadır.” (s118)

“Bugün kocaman, siyah, yaldızlı gözlerinde flört parıltısı fark ettiği için ayrıca mest olmuştu.” (s161)

“Gerçi dükkanda bir tepsi halka çikolatayı almak için eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi.” (s241)

“Bir kadın bir erkeğe aşıksa ona kapının deliğinden bile verir” derler.” (s328)

“Ömer’i kendisine çekip şefkatle öptü, şefkat arzuya, arzu tutkuya dönüştü.” (s337)

*Toplum Psikolojisi/İnsan ilişkileri:
“İnsan toplulukları zıt dinamiklerle işler. Son tahlilde herkes yana yakıla popülerlik peşinde olsa da popüler olmayan, içe kapanık birine duyulan genel talep, popüler ve dışa dönük birine yönelik genel talebi geçebilir. İçekapanık insanlar oksijen gibidir, etrafta olduklarında belli bir değerleri yoktur ama olmadıklarında acilen ihtiyaç duyulur varlıklarına.” (s72)

“Sadece bir süreliğine aynı göz seviyesinde karşılaşmış, sonra ayrı yönlere doğru harekete geçmiş iki asansör gibiydiler.” (s260)

*Terapi / terapistler Amerikalı halkın yaşamının bir parçasıdır. Halk terapiste gitmekten kendisi çekinmediği gibi, bunu az ya da çok tanıdığı insanlarla da paylaşmaktan çekinmez:
“Terapinin en kötü tarafı buydu. Önce insanı hiç sakınmadan bol bol gevezelik etmeye teşvik ediyorlar, sonra da insanın her söylediğini not edip ilerde yargılamak için kullanıyorlardı. (s76)

“Vajina Nemlendirici Jel aramaktayken görmemelisiniz asla. Terapistler gündelik hayatın usul usul döndüğü kamusal alana kesinlikle girmemelidirler, terapi-daşlar da.” (s138)

*Gazete okurları:
“Okurlar, kendilerine muhafazakar muamelesi yapılmasını istemeyen muhafazakar insanlardır. Yazıştıkları kişinin değişmesinden hoşlanmazlar.” (s79)

*Annelik:
“Annesi ona sarılıp ağlarken, sorular sorup ağlarken, öpüp ağlarken, bağrına basıp ağlarken ve sadece ağlarken, incecik ipek bir eşarp gibi onu sarmalayan o şerbetsi kokuyu içine çekti Abed.” (s200)

“Resmi rahip giysilerinin kadın elbisesine benzediğini fark etmediniz mi? Rahipler inananlar için anne işlevi görür. Rahipler de kadındır.” (s272)

*Tavuk suyuna şehriye çorbası hikayelerine atıf:
“Muchas gracias ama senin tavuk suyuna şehriye çorban annemin kurban standartlarına uygun değil” diye homurdandı Abed.” (s223)

*Sigarayı bırakmak:
“Sigarayı bırakmak için en önemli sebebinizi yazın ve o cümleye sık sık bakın” (s263)

“Sigarayı bırakmak için bir gün tespit edip arkadaşlarınıza, ailenize ve iş arkadaşlarınıza söylemek daima işe yarar.” (s263)

“Odasına dönünce ilk iş denizci mavisi broşürdeki numarayı aradı, otomatik kadının sigarayı bırakmak için verdiği on ipucunu dinlemeye başladı ama ancak dördüncüye kadar tahammül edebildi. Telefonu kapattı. Sonra annesini aradı.” (s325)

*Reiki:
“Reiki’nin muhteşem enerjisinin kendine has bir zekası, içgüdüleri vardır ve nereye gideceğini, ne yapacağını bilir.” (s266)

*Romanda dilbilim önemli bir yer tutuyor. Romanın sonundaki söyleşide de belirttiği gibi Şafak dilbilimini çok seviyor:
-İsimler/Soyadları üzerine enteresan yorumları var:
“Yine de mesele yabancıların isimlerini ya da soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı.” (s12)

“İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir; bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu.” (s12)

“Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı, insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır.” (s12)

“Soyadının etiketlere sığmayacak kadar uzun olmasına ve kaybolan noktalarına hayıflanmakla geçirdiğini bilse acımasızca dalga geçer.” (s29)

“İsim kaybetmek söz konusu olduğunda erkeklerin, isimlerin ne denli uçucu olduğunu daha küçükken öğrenen, öğrenmek durumunda kalan kadınlara nazaran çok daha korkak çıktığını söylerdi o her zamanki hafif, daimi ukalalığıyla.” (s29)

“İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir.” (s32)

“Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalardan ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır.” (s33)

“Yahudilerin tam da ölüme ramak kala bir hastaya isim verme adetleri bu yüzden. Ölüm döşeğinde yatanların isimlerini değiştirirlerdi, ikinci bir hayat şansı verebilmek için onlara. Müslümanların tam da doğum sonrasında isimlendirme gelenekleri bu yüzden. Yeni doğan bebeğin henüz açılmamış kulaklarına adını fısıldarlardı, ruhuna iyice işlesin diye ismi üç kere tekrar ederek.” (s33)

“İsimler böyledir işte, bir insana dair ilk ve en kolay öğrenilen, ama aslında en zor sahip olunabilen.” (s34)

“Çocuk beklenmeye başladığında hiçbir geniş kapsamlı çağrışımı olmayan başka isimler seçtiler, bir çiçek ya da yıldız ismi, yeter ki sevimli ve parlak olsun, şüphe uyandırmasın.” (s188)

“Adımı Türkçe yazınca noktaları koyuyorum. İngilizcede noktaları kaybediyorum. Kulağa salakça geliyor farkındayım ama bazen noktalarımı kaybetmek beni üzüyor. Oradaki noktalar benimkiler herhalde, onlara iyi bak.” (s243)

“Bu sistemin kısa soyadlı insanları kayırıp, uzun soyadlı insanları mağdur ettiğini savunuyordu Ömer.” (s339)

“Tercih şansı olsa, daha hafif, narin, esnek ve portatif, her gittiği yere kolayca taşınabilen bir soyadına sahip olmak isterdi Ömer, Mr. Ve Mrs. Brown gibi.” (s345)
-İngilizce öğrenme kitaplarında hep bahsedilen Mr. Ve Mrs. Brown’un yapmacık yaşamları:
“Dizisi boyunca en basit faaliyetleri dahi en alengirli şekillerde yaparak sayfalarda kol gezerler, bu arada genç okurlarının yaratıcılık ve hayal yeteneklerine nasıl zarar verdiklerini bilmezlerdi.” (s346)

“Sonraki haftalarda çiftin öğretme teknikleri de gülüşleri ve giysileri gibi, nadiren değişmişti. Her farklı sahnede Mr. Ve Mrs. Brown etraflarındaki her şeyi üç temel ölçüte göre tanımlayıp öğretiyorlardı.” (s347)
-Atasözleri tanımı:
“Ama atasözleri safi bilgeliktir. Saf ve sarih.” (s327)
“Atasözleri ferasetlidir.” (s327)
-Deyimler:
“Saksağan gibi gevezelik etmek!” (s13)
“Kemiğin köpekler, etin erkekler için.” (s124)
“Misafir umduğunu değil bulduğunu yer.” (s207)
“Deve kendi hörgücünü görmezmiş.” (s213)
“Şeytan ayrıntıda saklıdır.” (s240)
“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.” (s292)
“Aşkın kör olduğu” (s301)
“Kadınlarla çok yatmak insanı kör eder.” (s327)
“Kadınlarla hiç yatmazsan gözün hiç görmez.” (s327)
“Bir kadın bir erkeğe aşıksa ona kapının deliğinden bile verir.” (s328)
“Göz görmeyince gönül katlanırmış.” (s329)
-Fransızca:
“Cherchez La femme!” (s16)
“Femme Fatale!” (s219)
“Couche avec moi?” (s274)
-Ses efekti:
“Ouaghauogh” Abed’in hoşlanmayı reddettiği türlü türlü şey için toptan kullandığı bir ses efektiydi.” (s19)
-Örümcek kafalı:
“Birisi zamanının çok gerisinde, muhafazakar, eski kafalı, gelenekçiyse… ona örümcek kafalı deriz.” (s21)
-Türkçe / İngilizce arasında saati sorma farklılığı:
“Türkçede zamanı öğrenmek için insanlara “saat” sorulurdu. Halbuki İngilizcede zamanı öğrenmek için insanlara “zaman” soruluyordu. İngilizcede insanın zamana sahip olduğu ya da olabileceği hissi vardı, halbuki Türkçede zamanı ölçme aracına sahiptin ama zamanın kendisine asla.” (s90)
-İspanyolca:
“Los otras tias” (s156)
“Tienes que hacer concha hija” (s158)
“Aguantar la vara como venga” (s165)
“Pobrecito! Ni perros o piyus!” (s176)
“Por favor” (s177)
“Conversando, charlando, chiflando, platicando, hablando, murmurando, turuquiando, chinchorreando” (s178)
“Enchiladas” (s179)
“A la mejor tia en el mundo!” (s180)
“Donde esta tu Piyu?” (s181)
“Vamonos” (s182)
“Amigo” (s194)
“Muchas gracias” (s223)
“Mi morena cafe con leche y mucha crema.” (s233)
“Pasan el polo a Alegre” (s244)
“Hija coge mas frijoles de olla!” (s245)
“Lo comprendes corazon?” (s279)
“Con los hombres” (s302)
“Myosotis Alpetris, caldo de queso, guisadosu.” (s341)
“Sombrero” (s348)
“Ruega por nosotros, Santa Madre de Dios, para que seamos dignos de las promesas de Cristo.” (s383)
-Karabasan:
“Konuşma güçlerini ellerinden alırlarmış. Kara-basan lafı da oradan geliyor!” (s319)
-İsa bana fazladan bir dolarınız olduğunu söyledi.
“Öte yandan Gail, İsabanafazladanbirdolarınızolduğunusöyledi Kadın’ın da kendisinin farkında olduğundan şüpheleniyor.” (s191)
-Arapça:
“La tetezevvec bi ımraetin aynüha zerka’ velev kanet temlükü sandükan meliyen bizzeheb.” (s209)
“Hıfmin beni adem es-sakit.” (s213)
“Habibi…” (s214)
“El-farah seb’ate eyyam vel huzn tülül ömr.” (s228)
-Çevirmenlik:
“Zira her çevirmen ister basit ister külliyatlı bir metni çeviriyor olsun, şöyle ya da böyle bir hırsızlığın suç ortağıdır. Tıpkı kervanlarla bir yerden bir yere taşınan kıymetli mallar gibi kelimeler de yolda yağmalanırlar, tepeden tırnağa karalara bürünmüş sinematografik haydutlar tarafından değil, yazar, şair, yayıncı ve özellikle çevirmen kılığına girmiş kültürlü şahıslar tarafından.” (s209)
-Fal tarihçileri:
“Eski fal tarihçileri, hayli sıradan görünen metinlerin bile içrek mesajlar saklamaya muktedir olduklarına şahadet eder.” (s212)
*İlgi çekici Türkçe sözcükler:
-Kasvetengiz:
“Yeni gelenlerin kendilerini tanıtmasının istendiği o kasvetengiz an,” (s55)
“Ama şevkleri uzun sürmeyecekti. Çok geçmeden kasvetengiz dinamizmiyle hepsinin enerjisini sıfırladı kış,” (s233)
-Dehşetengiz:
“Zarpandit’in ıstırapla içeride hapis kaldığı sonucuna vardığı dehşetengiz an,” (s55)
-Çarnaçar:
“Çarnaçar fikrinden cayıp, bir masanın üzerine koyduğu sandalyenin üzerine yığdığı ansiklopedilerin üzerinden indi.” (s64)
-İlanihaye:
“Doğuştan bana verilen bir isme ilanihaye mıhlanıp yapıştığımı bilmek nasıl sıkmaz ki canımı, hayattaki yegane tesellim kendim olmamayı başarabilme şansımken?” (s71)
-Hamiş:
“İguanaya muhterem Edgar Allen Poe’nun adını vermek de neyin nesi? Sen bu adamın doğru adam olduğuna emin misin?” (s83)
-Tahammülfersa:
“Bu safhada başka şeyler öğreniyordu Abed mesela. Ömer tabii ki onun tahammülfersa geveze olduğunu, deste deste itirazlar, yorumlar ve neredeyse her konuda bulup çıkardığı atasözleriyle dolup taştığını bilmiyordu.” (s111)
-Serencam:
“Böylelikle bağımlılıklardan kurtulma serencamının beşinci gününde,” (s265)
-Gailömer, Ömergail mutantı:
“Mükemmel bir sıfır, bir Gailömer ya da Ömergail mutantıydılar.” (s301)

*Ramazanda oruç tutmanın amaçları:
“Temel amacın hırsı ve arzuyu bastırma, sabretmeyi öğrenme olduğunu belirtti.” (s165)

*İstatistikler:
-Yavaş konuşanların daha bilgili gözükmeleri:
“Bir araştırma, yavaş konuşan insanların aynı konuda hızlı konuşanlara nazaran yüzde 38 daha bilgili göründüğünü kanıtlamıştı.” (s115)
-Hayır işlerine gönüllü olanların işlerini daha çok sevdikleri:
“Hayır işlerine gönüllü olanların işlerinden yüzde 25 daha memnun olduğunu ve kendilerine daha fazla saygı duyduğunu ortaya koymuştu.” (s115)
-Umut ve rüyalarını kaybedenlerin daha başarılı olduğu:
“Umutlarını ve rüyalarını düzenli olarak bir günlüğe kaydedenlerin amaçlarına ulaşmasının yüzde 32 daha muhtemel olduğunu kanıtlamıştı.” (s115)
-Kadınların düğün sırasındaki mutluluk gözyaşları:
“Güncel bir araştırmaya göre kadınların yüzde 61 gibi bir çoğunluğu o özel günde mutluluk gözyaşları dökmüş.” (s278)
-Hamile olduğunu öğrenen kadınların yakınlarının davranışları:
“Aynı araştırmaya göre kadınların yüzde 61’inin yüzde 34’ünün kocalarının yüzde 52’si onlara sarılmış, yüzde 36’sı şampanya patlatmış, yüzde 18’i annelerini aramış.” (s279)

*Romanın en garip özellikli kişisi Gail. Onun bazı enteresan özelliklerine örnekler:
-Gail’in saçına toka gibi kaşık yerleştirme merakı:
“Onun her sabah saçına bir kaşık iliştirmeyi nasıl başardığı Ömer’in halen fazlasıyla esrarengiz bulunduğu bir soruydu, hele her gece saçının şeklini bozmadan aynı kaşığı nasıl çıkardığı sorusu daha da şaşırtıcıydı.” (s37)
“Saç demişken o çalılığın içinden kaşığa benzer gümüş bir şey sarkıyordu.” (s162)
“Bir anlığına üç ev arkadaşı saçından sarkan kaşığa bakakaldılar. “Ne garip!” diye-üşündü Piyu, “Ne saçma!” diye düşündü Abed, Ömer ise “Ne tatlı!” diye geçirdi içinden.” (s283)
“Arkadaki küçük oda senin gümüş kaşık odan olur” dedi. Ömer, herkes onları kutuların arasında bırakıp gittikten sonra. “Sana binlerce gümüş kaşık alırız.” (s336)
-Muzun içinde bir parçayı M harfine benzetmesi:
“Muzun içindeki harf M’ye benziyordu ki iyiye işaretti çünkü ona hemen “Muz” u hatırlatmıştı.” (s60)
-Bir harfe göre sıfatlar bulması, mesela H’yi düşününce aklına Hoyrat, Hain, Hapis geliyor.
“Ama M’nin kötü tarafı H olabilme ihtimaliydi, “Hoyrat”, “Hain” ya da “Hapis” te olduğu gibi.” (s60)
“Demek ki H idi muzun içinde gördüğü harf. HÜSRAN! HÜSRAN! HÜSRAN!” (s61)
“Hoyrat, hırçın, huysuz…” Sırada H’yle başlayan başka bir kelime var mı görmek için durakladı.” (s151)
“Kibirli, küstah, kaçık olduğunu söylemiştin… K’li kelimeler.” (s276)
-Bazı olayları kendisine pozitif ya da negatif olarak belirtilerle birleştirmesi, işaretlere bakması.
“En yüksek dallardan ayaklarının dibine bir atkestanesi düştü. Dikenli kabuğu çatlayıp, bir itirafın eşiğinde miskin bir gülüşe zorlanmış bir ağız gibi açıldı. Kestanenin mesajını bir alamet, kafasındaki soruya bir onaylama olarak aldı.” (s68)
“O seansın ortalarında pencerenin kenarına bir karga tünedi ve Zarpandit durup bunun iyiye işaret olup olmadığını düşündü. Bu kadar az veriyle bir karara varamıyordu.” (s70)
“Kurumuş bir yaprak düştü. Nereden geldiğini görmek için etrafına bakındı merakla ama yakınlarda ağaç yoktu. Kuşkusuz bir işaret, diye düşündü kendi kendine.” (s262)
“Gail çayının üzerinde yüzen bir nane çöpünü seyrediyordu sükünetle. Nane döne döne, saat yönünün tersine yüzüyordu. Bunu iyi bir işaret olarak almaya karar verdi.” (s272)

*Bu romanın isminin Araf olmasından dolayı ve Dante’nin de İlahi Komedya eserini okuduğum için ister istemez iki roman arasında bağlantı kurdum ve benzerlikler yakalamaya çalıştım. Yazarın bu bağlantıları ve temaları bilinçli kullandığını düşünüyorum ya da kendim İlahi Komedya’nın çok etkisinde kalmamdan dolayı da bu algıyı geliştirmiş olabilirim. Bu şekilde baktığımda Araf’ta olduğu gibi ruhların cennete ulaşabilme imkanlarının olması gibi bir durum söz konusu olabilir. Romanda da Gail, Ömer, Abed, Alegre’nin daha iyi olmaya çalışmalarını düşünebiliriz. Nitekim Gail intihar ederek başarısız oluyor. Çünkü intihar etmek Allahın almadığı canı almak demek. Piya cennetlik çünkü emin olana kadar Allegre ile cinsel ilişkiye girmiyor. Abed kendi gelenekleriyle Amerika’nın özgürlükçü ve serbest ortamı arasında bocalıyor, Ömer’de kendi karakterini oturtma konusunda bir bocalama içinde. Romanda dini/arafa atıfta bulundurulabilecek bazı belirtiler mevcut:
-Araf:
“Martın on altısıydı. Gülen Saksağan gecesi. Bunun ne denli uğursuz bir eşik olduğunu çok sonra fark edecekti Ömer, o araftan sonra Gail ondan adım adım uzaklaşmıştı.” (s344)
-Melek:
“İnsanın koruyucu meleğinin şeytanla tartıştığını duymak gibi.” (s80)
“ABD’de sistematik olarak ve kendi özür iradeleriyle, mandalar oluşturmak, taşlardan kutsal halkalar dikmek, meleklerle iletişime geçmek,” (s256)
-Cennet:
“Yani cennette kendime küçük güzel bir yer kapatıp, yukarıdan sana el sallayabilmek için debelenen eski moda, bağnaz bir herif olduğumu düşünüyorsan yüksek sesle söyleyebilirsin.” (s20)
“Çocukken annesiyle birlikte oynadıkları bir oyundu bu. Eskiden cennette Tanrı kendine alfabe çorbası pişirmiş ve bunu devasa bir kaseye koyup mutfak penceresinin yanında soğumaya bırakmıştı.” (s47)
“Cennet Kasesi’nde kalsalar oluşturabilecekleri kelimelere yerleştirilmek, eski manalarına kavuşabilmek istiyorlardı.” (s48)
“Elinin altındaki harfleri Cennet Kasesi’ne boca etti ve harfler yeniden çığırından çıkana kadar çorbayı karıştırdı.” (s83)
“Cennetin dokuzuncu katında bir nevi göksel karışıklık, hatta neredeyse adam kayırma cereyan etmekteydi de kendisi bunca zamandır utanmadan bundan sebeplenmekteydi.” (s156)
“Umarım hayatın cennet olur” diye ekledi Marisol.” (s246)
“Cennetin nesi var, yeterince ilginç gelmiyor mu sana cennet?” (s323)
“Kuran-ı Kerim’e göre kitabı sağ eline verilen Cennet’te yüksek bir bahçe, meyveler ve nimetler arasında saadet yaşayacak.” (s324)
-Cehennem:
“Piyu’yu azarlayıp Alegre’nin ne cehennemde olduğunu sormuştu.” (s146)
“Gerçi saçları cehennem gibi kırmızı ve ancak çile çıkaran bir dervişinki kadar kısa, kollarındaki çiller de Süleyman Peygamber’in ordusundaki kuşlar ile balıkların sayısını aratmayacak kadar çok olsa da hoş birine benziyordu.” (s209)
“Yani cennet aslında cehennemdir.” (s246)
“Bana İslam’daki cehennem tasvirlerini anlatabilir misin?” (s323)
“Cehennem ateşinde yanacak.” (s324)
“Bu cehennemi tarrakayı önüne katıp götürmek istermiş gibi.”
-Hades:
“Geçmişin zehriyle yüklü ve esrik, dipsiz bir azapla düşüyordu Hades’in derinliklerine Gail.” (s326)
-Şeytan:
“İnsanları koruyucu meleğinin şeytanla tartıştığını duymak gibi.” (s80)
“Şeytan bile cinler kadar sinir bozucu değildir.” (s216)
“Şeytan ayrıntıda saklıdır.” (s240)
“Bir ülkede kaybolup diğerinde beliren ve her gittikleri yerde panik ve kargaşa yaratan tonlarca Şeytan hikayesi vardır.” (s294)
-Tanrı / Tanrıça:
“Tanrıça resmi, birisi sakallı” (s27)
“Eskiden cennette Tanrı kendine bir alfabe çorbası pişirmiş ve bunu devasa bir kaseye koyup mutfak penceresinin yanında soğumaya bırakmıştı.” (s47)
“Bazen Tanrı böyle zorluklarla inancımızı sınar.” (s168)
“Tanrı’ya duydukları sevgiyle coşmuş, derin düşüncelere dalmış, kendilerinden geçmiş, transa girmişlerdi.” (s169)
“Zira Tanrı’nın yarattığı hiçbir mahluktan bir dilim ekmek ile bir bardak suyu esirgememelisin.” (s219)
“Cık-cıkladığı şey yukarıdaki güneşse semavi bir ricada bulunuyor, belki Tanrı’dan çatısız gökyüzünden aşağı bakıp, onu içinde bıraktığı kaosu görmesini rica ediyor olabilirdi.” (s229)
“Ne? Ha şu!” dedi Gail içtenlikle. “Tanrıça İştar.” (s271)
“Sanki çift gül gibi geçinip gitse de her gece onlar derin uykuya daldıklarında tanrıları sabaha kadar cenk edecekti.” (s305)
“Yan duran bir Tanrıça işareti ve tepetaklak duran bir Tanrı işareti var.” (s319)
“Tanrı’nın merkezi her yerde, çeperi hiçbir yerde olan bir çember teşkil ettiğinde inanıyorum, çok çok eskiden bir simyacı filozofun dediği gibi.” (s323)
-Sufiler:

“Sufiler daima iç anlamın dilini konuşurlardı. O sözleri söylediklerinde bambaşka bir ruh hali içindeydiler.” (s169)

8 Mayıs 2014 Perşembe

Kemal Tahir - Bir Mülkiyet Kalesi








  

Okuduğum Tarih: Ekim 2011



Tahir’in güçlü bir romanı daha… Keyifle okudum ve bir çok şey öğrendim.

Marangoz Mahir Efendi, Abdülhamid’in hususi marangozlarındandır ve çok saygı görmektedir. Evlenmeye karar verince yine sarayın cariyelerinden bakire Canseza ile başgöz edilince geriye bir tek ev edinmek kalır ki onu da sarayın ve Padişahın yardımıyla ve izniyle Vezneciler’de kagir bir ev alarak tamamlarlar. Bu eve geçişleri de olaylı olur. Çünkü bir binbaşı da evle ilgilendiği için Mahir Efendi ev için bir nevi onunla savaşmak zorunda kalır. Evi de aslında karısının üzerine tapulandırması gerekirken son anda ataerkil toplum baskısıyla kendi üzerine çevirir.
Meşrutiyetin ilanıyla Abdülhamit tahttan indirilince Mahir Efendi’nin Yıldız Sarayı’ndaki işi sona erer ve emekliye sevkedilir, o da eviyle ilgilenir arada da oğlu Murat dünyaya gelir.
Mahir Efendi mesleğine bir marangozluk dükkanında devam ederken savaş çıkınca Balkan ve Çanakkale’de asker olur. Savaştan dönünce bu sefer yeni yönetimle evine büyük bir vergi çıkınca evi devlete iade etmemek için Hayriye isimli bir hanımdan faiz ödemek şartıyla borç almak zorunda kalır. O zaman evi eşinin üstüne yaptırmamış olmasının cezasını çektiğini anlar ve pişman olur. Hayriye Hanıma da borç ödeyebilmek için evlerini kiraya verip daha küçük bir eve, Kasımpaşa’ya taşınırlar.
Bu arada yabancı milletlerin işgaline karşı Mahir Efendi de gizli faaliyetlere katılır ve sonunda Anadolu’ya geçerek aradaki bazı köylere büyük faydası dokunur. Arkasından ailesini de yanına aldırtır, bu arada ikinci oğlu Cemal dünyaya gelir. Anadolu’da önce Nazilli’de, sonra Burdur’da (hastanede) yaşarlar ve savaştan dönen perişan Türk askerlerinin durumlarına şahit olurlar, bir yandan da savaştan istifade eden çıkarcılarla uğraşırlar. Oradan Aydın’a geçerler. Sonra İstanbul’a döndüklerinde Kasımpaşa’daki oturdukları evin tümden çıkan mahalle yangınında yandığını öğrenince çok zor durumda kalırlar. Mahir Efendi yine de kalan tüm borcunu Hayriye Hanım’a öder ve kendi evlerinden aldıkları kiralarla hayatlarına devam ederler.
Bir gün bir Fransız subayının yanında Türk kadın gören Mahir Efendi, ikisini de vurup öldürür. Sonra tekrar Anadolu’ya oradan da Ankara’ya geçer. Ankara’da bir süre kaldıktan sonra büyük Kurtuluş Savaşı’na katılır ve bölüğünde tüm gücüyle savaşır.
Savaş sırasında Selami isimli bir subayla ahbap olur, Selami kollarında ölür. Mahir Efendi de başından ve kolundan yaralanınca hastaneye kaldırılır. Orada gözlerini kaybeden bir subayla ahbap ve dert ortağı olurlar.
Arkasından Mahir Efendi İstiklal Madalyası ile ödüllendirilip İstanbul’a evine döner ve mutlaka Selami’nin vasiyetini yerine getirmek ve Selami’nin isteği doğrultusunda oğlu Murat’la Selami’nin kızı Ayşe’yi tanıştırmak için onların evini araştırıp ziyarete gider ve karşısında fakir ve mülayim bir aile beklerken, bir büyük konak ve Abdülhamit yanlısı paşa ailesi görünce çok şaşırır. Yine de görevini yapar ve Murat ile Ayşe arkadaş olurlar.
Mahir Efendi İstanbul’a alışırken bir gün çıkan bir yangın yüzünden Vezneciler’deki evini kurtarmak için gittiğinde alevlerin içine atılıp kendi başına söndürmeye kalkar ve damdan düşerek çok kötü yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Karısı Canseza hastanede başucuna geldiğinde ondan evlerinin tümden yandığını öğrenince karısına tez elden marangozluk takımını hazırlamasını söyler ama bunlar son sözleridir hemen arkasından vefat eder.

GÖZLEMLERİM:

*Filmi çevrilecek kadar akıcı ve anlamlı bir roman. Hikayenin sonunda Marangoz Mahir Efendi’nin vefat edeceğini beklemediğim için şaşırdım, hatta üzüldüm de.


*Mahir Efendi’nin Vezneciler’deki kagir ev için onca çaba sarfetmesi o dönemde ev sahibi olmanın zorluklarını ve değerini anlatıyor bize.

*Kahramanın Kurtuluş Savaşı’na katkı için yaptıkları heyecan vericiydi. İnsanın milliyetçilik duygularını kamçılayan ve bir yandan da romanın heyecanını artıran maceraları okuduk.

*Zamanın mahalle süpüren büyük yangınlarından biri -Allah korusun!-yaşamışçasına romanda anlatılıyor. Nitekim bu yangın Mahir Efendi’nin de yaşamına mal olacaktır. Semtlerin evlerinin neredeyse hepsinin ahşap inşa edilmesinin sonucu olarak yangınlar başladığında semt sakinlerinin hiç umudunun olmaması anlaşılabilir bir durum, yine de ellerinden gelen var güçle bu yangınları söndürmeye gayret ediyorlar.

*Romanda geçen şiirler havayı hem yumuşatıyor hem de anlamlaştırıyor:

“Kapılar kalındır, komşuları hanımdır,
Esef etme sevdiceğim, Eda benim canımdır.
Sevdiceğim aman Allah! Yosmacığım aman Allah!
Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!
Aaaah! Oooof! Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!” (s8)                            
“Karga da seni tutarım aman!
Kanadını yolarım aman
Yelpazeler yaparım aman!
Hanımlara satarım aman! E, E, E!...” (s67)

“Ben yolculuk etmeyi sevmem tek başıma
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
Dedim ki: Geldik. –Dedim ki: Bak!
Gülmeğe başladı bir adım geride ağlayan toprak” (s319)

“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş…” (s390)

“Neyleyim takdire tedbir uymuyor” (s392)

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” (s393)

“Seçin ağalar seçin!
Koç yiğit olana kefenler biçin!
Yeğin atlar besledik kara gün için
Binip dizgin etmemize ne kaldı?” (s434)
“Öküz aldı koşamadı,
Yiğit oldu yaşamadı,
Namusuma zor geliyor,
Kız o, seni boşamadı.
Ayva ile nar istiyor,
Yandı yürek kar istiyor.
Tez gel Hacı Bey’im tez gel,
Küçük karın er istiyor.” (434)

“Elimin emeği, gözümün bebeği yar,
Mihnet ile kazandım, soframın ekmeği yar.” (s445)

“Bir mendil işle yolla!
Ucun gümüşle yolla.
İçine beş elma koy,
Birini dişle yolla!” (s446)

“Gamından derde düştüm kılmadın tedbirü dermanım,
Ne dersin rüzgarım, böyle mi geçsin güzel canım,
Gözüm, canım, efendim, sevdiğim, devletli sultanım!..” (s499)

“Derdin sana nale ile izhal etmez.
Feryadına hiç kimsenin yetmezsin!
Feryad ki feryad sana kar etmez.” (s505)

“Müjganımı ey şem’-i Güher bar etme,
Pinhanda gamı aleme izhar etme,
Aşk ehline zulümdür vefa eylememek,
Zinhar bu zulmü zinhar etme!” (s505)

*Harem geleneği, yaşayışı, gelenekleri her zaman okuyucunun gözünde gizemini korumakta. Orada neler oluyor, içeride yaşayan kadınlar o kadar güzeller mi, Padişah’ın bu hanımlarla ilişkisi ne boyutta gibi sorular baki:

“…yol halılarından başka bir yere bakmadan harem bahçesine çıktı.” (s11)
“Harem adabı üzre sırtlarını binaya dönüp çömelmişlerdi.” (s11)
“Onlar hareme girerken mahsustan öyle giyiniyorlar. Senin gibi budalalar aşık olmasın diye…” (s49)

*Haremde karpuz hikayesi harem hanımlarının toplumdan ne kadar izole yaşadıklarının bir yerde acı bir ifadesi:

“Duyduğuma göre karpuzu kabuğuyla beraber uzun müddet görmemişsiniz de, sonunda efendimiz bunu duyup içeriye kabuklu karpuz verilmesini irade edince bayram etmişsiniz.” (s53)

*Abdülhamit’in yaptırdığı gizli kapı haremi ve dolayısıyla padişahların yaşadıkları sarayları gözümüzde maceralı ve gizemli bir hale sokuyor, merakımızı cezbediyor, aklımıza türlü türlü iyi-kötü fikirler sokuyor:
“Günlerden bir gün efendimiz, altı köşeli salonuna bir gizli kapı yapılmasını ferman etmişti. Gizli kapı yaptırmayı nedense pek seviyordu.” (s14)

*Askerlik geleneği ve savaş insanların hayatlarının bir parçası olduğu için vatandaşların doğal olarak tepkileri de bu şekilde filizlenmiş:

“Askere gidip üç sene mektubu gelmeyen adamın “şehit” (!) olduğu, karısının dilerse evlenebileceği” (s19)
“Arada sırada asker kaçaklarını asıyorlardı” (s168)
“Asker demek ne demek? Bir abam var atarım, nerde olsa yatarım” (s227)
“Galiba her zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve kocaman, hayasız yalanlar var.” (s382)
“-Buyur.
-Evin var mı?
-Ne evi?
-Bayağı…Başını sokacak bir ev…
-Çocuk musun Mahir Efendi? Bu anda galiba vatanım bile yok…” (s396)
“İnsanların neye boğuştuklarını anlamaktan ziyade nasıl olup da senelerce boğuşturulduklarına akıl erdirmek müşküldü.” (s214)

*Canı sıkılmak:
“Can sıkılması, kaybedilmiş bir şeyin hasretinden ibaret olsa gerekti.” (s36)

*Mahalle bekçisi geleneği o dönemde insanların kendilerini evlerinde güvende hissetmeleri açısından faydalı bir uygulamaymış, bugün belki de bekçilerin yerlerini hırsıza karşı elektronik alarm sistemleri almış durumda:

“Bir de mahalle bekçisi… Geceleri herkes uyurken sopasını taşlara vurarak dolaşan fakir adam…” (s47)

*Evlilik üzerine yapılan yorumlar aklıma Oscar Wilde’ın evlilik üzerine olan fikirlerini getiriyor, Kemal Tahir, Wilde okumuş olabilir mi?

“Oğlum, evlenmek bal dolu bir kavanoza benzer. İçindeki sinekler dışarı çıkmak isterler, dışarıdaki sinekler içeri girmek… Anladın mı?” (s51)
“Galiba o zamanlar nikahta hakikaten keramet vardı(!)” (s56)
“Erkek kısmı kırk senede bir kere karı sözü dinleyecek. Ben de işte senin sözünü dinliyorum. Şu duvara yaz… Tam kırk sene sonra bir sözünü daha tutacağım…” (s60)
“Kadın kaç paralık şeydi ki evin iki direği mutlaka üstüne çevrilmeliydi!” (s62)
“Eve yorgun argın, somurtkan döndüğü bir akşam, terliklerini, gecelik entarisini hazırlayıp kocasının ayaklarını yıkadıktan sonra…” (s64)
“Erkek her zaman haklıydı.” (s101)
“Çünkü kusurun erkekte olduğunu, kadın başkasına varıp çocuk dahi doğursa kabul etmek yoktur.” (s103)
“Galiba, sahici büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Burdurlular düğünlerde geline adeta işkence ediyorlardı. Kızcağız gözlerini kaldırıp etrafına bakmasın diye, üst gözkapaklarına altın pullar yapıştırılıyor, eğer ailede yoksa, ince kangalları, beşibirlik dizisi, taç kiralanıp biçare kız, “Perşenk” haline getiriliyordu. Bu yüklenmiş haline acımadanbir iskemle üzerine çıkarıp ayakta tutuyorlar, zorla ağlatmak için ne kadar acıklı mani, koşma varsa söylüyorlardı.” (s181)
“Çerkezlerin her misafir için –daha doğrusu misafir vesilesiyle bizzat kendi kendileri için- derhal kuruverdikleri “Düğün”ün hiç değişmeyen malzemesi.” (s347)
“Evlenirse karısından fazla güzellik aramasın,
-Neden?
-Çok güzel kadınlar ekseriya, ahmak olurlar. Ahmak karıdan bir erkeğe hiçbir zarar gelmeyebilir ama, güzelliğiyle mağrur olmayan kadınlar, başka meziyetlerle bu noksanlarını kapatmak isteyeceklerinden işe yararlar. Daha iyi ana olurlar.” (s391)
“Dört karı alma müsaadesi, cariyelerini istifraş etmek… Bunlar hep o kızgın güneşin, baharlı yemeklerin marifeti değil de nedir?” (s436)

*Toplumda kadın-erkek ilişkileri:

“Kadınla beraber arabaya binmek şiddetle yasaktı.” (s73)
“Kahveye girmek teklifi harp içinde İstanbul’dan iki buçuk sene uzakta kalmış bir kadın için en ağır hakaretlerdendi.” (s238)

*Aşk:

“Galiba, sahici büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Akordeon, tuhaf bir güzelliği olan uzun burunlu Abaza kızının yüreğindekileri, bir parça nazlı, biraz şımarık, birçok da işveli sesiyle hikaye ediyordu.” (s351)
“Sonra onlar daha avludan çıkmadan bir koşu, akordeonu aldı. Bu artık gece delikanlıları oynatan, neşeli çalgı değildi. Körüklerinin içi, sanki ağzına kadar keder ve hasret ve korkuyla doldurulmuştu. Iptidai insanın doludizgin hisleriyle ağlıyordu. Mahir Efendi, yolun dönemecinde arkasına bakıp kızı son defa gördü. Kapıya dayanmıştı. Hiç kimseden utanmaksızın aşkını ilan ediyordu. Zaten bu hali ayıplamak da mümkün değildi.” (s352)

*Duvara resim asmak günah olduğundan bulunan ilginç yol:

“Fotoğraf, boru gibi bükülmüş olarak ya bir sandıkta muhafaza edilir, yahut da duvardaki çivilerden birisine asılır.” (s111)

*I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı:

“Sırbistan’da Avusturya-Macaristan veliahtının öldürüldüğü havadisi duyuldu. Sonra dünya, kudurmuş gibi evvela birer birer, sonra ikişer üçer birbirlerinin gırtlağına sarıldı.” (s137)

*Yalnız yaşamanın zararları:

“İnsanlar tek başlarına yaşaya yaşaya canavar oluyorlar…” (s143)

*Sinemanın tanımı ne güzel verilmiş:

“Alman gavurunun sinema diye bir şey icat ettiği söyleniyordu. Allah beterinden saklasın! Perde üzerinde canlı insanlara olmadık habaset yaptırılıyormuş. Muharebeyi bile perdeye çekmişler.” (s156)

*Saraylıların Anadolu’da yaşayan halkı nasıl gördükleri:
“Laf arasında o da diğer birçok İstanbullular, bilhassa saraylılar gibi “Kaba Türk” derdi.” (s162)

*Murat’ın ergenlik hisleri:
“Etini gıcıklayan müphem bir şeyler hissetti ve ayıp olduğunu bildiğinden, gördüğünü evde söylemedi.” (s170)

*Burdur gölü:
“Bir tepeyi kıvrılınca Burdur gölü, toprakta unutulmuş büyük bir ayna gibi göründü.” (s173)

*Haşhaş:
“Çiçekler döküldükten sonra kozalağını hususi bir bıçakla çizip bırakıyorlar, birkaç gün geçince siyahlaşan usareyi topluyorlardı. Haşhaş tohumu kavrulup yeniyor, bununla çörek yapılıyor, küspesi hayvanlara veriliyordu.” (s180-181)

*Zenginlik:
“Şeyhler zengindir hanımcığım. Zengin olanlar, insanlara hiç acımazlar…” (s193)

*Hasta adam Osmanlı İmparatorluğu:
“İmparatorluk darbeleri öldürecek yerlerinden yemişti. Bir düşerse kalkmak olmadığını bildiğinden ayakta duruyor, daha doğrusu ayakta sallanıyordu. Vücudunun bütün muvazenesi bozulmuştu. Artık çalınan hiçbir zilin cevap vereceği emin değildi.” (s194)
“Padişahlık Abdülhamit Efendimizle beraber öldü… Padişahlık dünyadan çekildi. Gölgesi kaldı.” (s325)

*Bolşevikliğin tanımı:
“-Bolşeviklikte ev borcu ödemek yok mu?
-Bolşeviklikte o kadar büyük ev sahibi olmak yok.
-Üst katları yıktırıyorlar mı?
-Hayır! Hepsini elinden alıyorlar da sana münasip bir ev veriyorlar.
-Ben razı olmam…
-Daha iyi ya… O zaman kafanı koparırlar… Yallah!
-Rusya’da böyle mi yaptılar?
-Böyle yaptılar.” (s254)

*İstanbul’un işgali:
“İstanbul’da yabancı bandıralar bir misli çoğalmış, kepazelik diz boyunu geçmişti. Kışlalar, meyhaneler, kerhaneler, yabancı askerlerle, denizler yabancı gemilerle doluydu.” (s302)

*Politika:
“Hem de sıkışık sıralarda verilen vaatlerin kıymeti yoktur.” (s333)
“Hayvan hayvanken tehlike sezince çobanın etrafında toplanır.” (s397)



*Abaza gelenekleri:
“Abaza adetlerini bildiği için henüz evin büyüklerini görmediğine şaşmıyordu. Yaşlıların yanında, oturmak, cigara içmek ayıp olduğundan misafirleri rahatsız etmek istemiyorlardı.” (s345)

*Zafer üzerine ilginç bir gözlem:
“Galiba her zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve kocaman, hayasız yalanlar var.” (s383)

*Eğitim:
“Mektep, insanı adam etmez. Adam olma yollarını gösterir… Marifet mektepten sonrasını başarmakta…” (s407)

*Mutluluk:
“İnsanlar saadetleri kaybettikten sonra idrak ederlermiş.” (s408)

*Borçlanmak:
“’Borç’ müstesna… Borçlu adam haysiyetsiz oluyor kardeşim.” (s391)

*Kardeşlik:
“Murat ne olursa Cemal de öyle olur. Ağabeysi doğru olan kardeş, doğru olmaya mecburdur.” (s391)

*O dönemin Ankara’sı:
“Ankara’da ev sıkıntısı varmış…” (s354)
“Ankara’yı görmemek görmekten iyiydi. Bütün memleketin kurtuluş beklediği yer burası mı? Burada ne var bakalım? Toz, toprak, delirmiş gibi telaşlı yahut cenazeden dönüyor gibi ölüm düşünen insanlar ve tahtakuruları…” (s360)

*Kitap Atatürk’ten çok bahsediyor ve hakkında değerli bilgiler içeriyor, Kurtuluş Savaşı döneminin bir resmini çiziyor ve bunu Mahir Efendi’nin Padişahçılık ile milliyetçilik arasında kalan deneyimleri ve ruh halini okuyucuya başarılı bir şekilde aktarıyor:

“Muharebe Enver Paşa tarafından kazanılmış olsaydı, Mustafa Kemal ismini memleket belki hiç duymayacaktı.” (s256)
“Anafartalar’da sarı yağız, gök gözlü, zayıf bir adam! Fazladan asabi… Gözünü budaktan sakınmaz bir delifişek…” (s257)
“Mustafa Kemal Paşa, Hacıbayram Camii’ne, bir sürü hocanın, şeyhin, dervişin arasında geldi. Sırtında siyah bir ceket, bacağında çizgili siyah pantolon vardı. Gene Anafartalar’daki sarı yağız, zayıf adam. İlk bakışta, Mahir Efendi’nin gözü bu paşayı gene pek tutmadı…. Mustafa Kemal Paşa’nın, sapsarı incecik ensesini uzaktan görüyordu.” (s361)
“Mustafa Kemal Paşa, yüzüne bir şey söylenmediği halde, arkasından “Acaba!” denilen bir adam…” (s413)
“Mustafa Kemal Paşa kadar taarruzdan hoşlanan asker yoktur. Ne hazin talih! Her zaman müdafada kalmaya mecbur oluyor.” (s421)
“Askerler aldıkları terbiye iktizası, siyaseti ekseriya yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Fakat Gazi bu cinsten değil… Ama, küçük rütbeli zabitken de disiplini arkadaşları gibi anlamazmış. Onda, sivil ihtilalci tarafı, üniformalı kumandan tarafından fazla… Daha doğrusu bu iki meziyetten de istifade etmesini biliyor. Anlatamadım. Bu iki meziyet zaman zaman birbirine mütekabilen tesir ediyor. Bir büyük ve kati neticeli meydan muharebesi idare etmek ve bunu kazanmak, bir Millet Meclisi’ni, birkaç düzine valiyi ve silahsız halk kitlelerini istediği hedefe götürmek hususunda insana elbette birçok tecrübeler ve kolaylıklar verir. Kumandan, muharebeye tutuştuğu anda, insan hayatını, kanı görünce başı dönen bir sivil politikacı gibi hesaplanamaz. Bu alışkanlığı, inkılaplara tatbik ettiğini düşün… Ama, bütün muvaffakiyet, devri iyi kontrol etmeye bağlı. Bir gün gelir, ihtiyar bir politika kurdunun yumuşak sinirleri, insanı çileden çıkaran müsamahası lazım olur. Bu herhalde, “Kafalar kesilecektir” demekten daha zordur. Tarihte asker ihtilalcilerin yüzde doksan beşinin kaybetmesi işte bundan… Mustafa Kemal Paşa, pek hoşuma gidiyor. Kafa kesmekten ciddiyetle bahsettikten sonra müzakere edilen mevzuda, uzun izahat vermesi, bilhassa Hoca Mustafa Efendi’ye: ”Biz meseleyi bir başka noktai nazardan mütalaa ediyorduk. Artık tenevvür ettik” dedirtmesi şaheser… Uzun izahat vermeyebilirdi de… Yumruğunu masaya, ayağını döşemeye vurur, kararı yazdırtırdı. Hayır! Yapmadı.
-Ne fark var?
-Çok büyük bir fark… Karşısındakilere, yaşama imkanı bırakıyor. Şereflerini, haricen de olsa kurtarma imkanı…” (s515)
“Ama bütün bunların faydasını, bir zümreye mal etmek var, doğrudan doğruya fakir halk kitlelerine vermek var. Asıl büyük meydan muharebesini Mustafa Kemal Paşa o yol ayrımında verecek.” (s516)
“En zor yerine geldi. Karşıda belli başlı bir düşman olursa, insan ona karşı ister istemez sağlam durur. Artık karşısında cephe yok. Şimdiden sonra çete harbine başlayacak… İnsanları, tek tek, aile aile, mahalle mahalle, köy köy, kasaba kasaba fethetmek lazım.” (s531)
“Mustafa Kemal Paşa bütün bir düşman dünyasına karşı bir başına kalacak.” (s532)

*Halide Edip Adıvar’dan büyük bir hayranlıkla bahsediliyor. Genelde onu gören askerlerin ağzından bilgi veriliyor:

“Bir karı zuhur edivermişti. Çarşaflı bir karı. Kocaman kocaman siyah gözleri var. Dünya ve ahret hemşiremiz olsun! Siyah bayrağı çekmiş mi efendim, siyah bayrakları… Umum karı milletini de bir güzel başına toplamış… “Adalet!” diye bağırıyor, “Müsavat” diye bağırıyor. Karı feryat ediyor, nemize lazım, korkmadan feryat ediyor. Karı bile karılığıyla feryat ederse… Yazık bizim erkekliğimize…” (s307)
“Bir karı ile beş altı herif geçirdik.
-Karı da mı Ankara’ya gidiyordu?
-İyi bildin Ankara’ya gidiyor.
-Ne yapacakmış? Marangozluk mu?
-Karı kitapçıymış… Kitap yazarmış… Koca koca kitaplar…” (s320)
“İstanbul’da da bir karı türemiş. Düşman memleketi basılınca, biz erkekler girecek delik aradıktı. Karı, karşılığı ile bayraklar yaptırmış. Osmanlı sancakları ama, bezi kırmızı değil… Siyah bez üzerine bayraklar! “Yüzümüzün karası bayrağa vurdu” demek mi istedi, yoksa “Biz bu lekeyi bir gün temizleriz mi?” demek istedi. Elbet bir manası olacak. Düşman bile üzerine varamadı. Meydanda feryat etmiş: “Hey erkekler, nerdesiniz? Vatanı, milleti kime bıraktınız diyerek…
-Dur bakalım… İşte dediğim karı o karı…
-Yok canım! Adil Usta tarif etti. Koca gözlü bir kadınmış.
-Tamam! Koca gözlü… Babayiğit…
-Şimdi inandım. O karı otuz tane tabur kumandanına bedel bir karı…” (s321)
“Demek, Sultanahmet meydanına kara bayraklarla çıkıp koca Dersaadet’i velveleye veren hatun, Yayalar köylüyü şaşırtan aynı hatundu.. Karı bir orduya bedeldi vesselam!” (s336)
“-Kadın ne diyor bu esnada?..
-Ne diyecek. Gülüyor halime biteviye!
-Hayvana iyi biniyor muydu?
-Çerkez süvarileri gibi… Kadın değildi canım! Bir orduydu. Görürsün, Yunan’a çok işler açar o, benim gördüğüm kadın! Kitap yazıyormuş! Şu devri hayırlısıyla atlatalım. İstanbul’a gideceğim. On lira olsa, kitaplarından birisini alacağım. Okurum da aklım açılır.” (s344)

*Anadolu’nun türküleri:
“Bizim Anadolu’da üç tane esaslı türkü cinsi var: Oyun havası, eşkıya havası, bir de ağıt!” (s433)
“Seçin ağalar seçin! / Koç yiğit olana kefenler biçin! / Yeğin atlar besledik kara gün için / Binip dizgin etmemize ne kaldı?” (s434)
“Anadolu’nun türküleri de, mani ve koşmaları da ağzına kadar hasretle dolu.” (s445)

*Yaşamak - paylaşmak:
“Yaşamak bir şeyler biriktirmek ve biriktirdiklerimizi götürüp bir sevgiliye takdim edebilmekten ibarettir. Yalnız bundan ibaret…” (s445)

*Karagöz-Hacivat’ın oyunlarından biri (s464-471) sayfaları arasında sanki gerçekten karşımızda oynanıyormuş gibi anlatılıyor, sanıyorum Kemal Tahir bu bölümü yazmaktan çok keyif almış.

*”Bir Mülkiyet Kalesi” 495. sayfadan başlayan bölümün ismi olarak aynı zamanda kitabın ismini de almış.

*Hümanist, sevmek:
“Bir adam, bütün dünyadaki insanları sevmezse kendi insanlarını da sevmez.” (s518)

*İki karşıt fikri ve durumu anlatmak için iki kızkardeşin Çömlekçi ve Bahçıvanla evliliklerini anlatan fıkra:

“Herifin birinin iki kızı varmış. Birisini çömlekçiye, birisini bahçıvana vermiş. Bir gün kızlarını görmeye gitmiş. Çömlekçinin karısı ‘Baba, demiş bu hafta hava güneşli giderse yaşadık.’ Oradan bahçıvanın karısına uğramış. O da: “Babacığım, demiş, bu hafta yağmur yağarsa yaşadık…’ Anladın mı?” (s532)

*Çocuğun gözünden hediye:

“-Cuma günü Ayşe kardeşine ne götüreceksin?
Murat bir an düşündü. Sonra hayatında yapabileceği en büyük fedakarlıktan birisini teklif etti.
-Bir tane Nat Pinketron hikayesi götürürüm.” (s545)



*Mahir Efendi tamamen geleneksel bir yapıdan geliyor (günahlar/dini bütünlük/ataerkil) ve modern Türkiye’yle beraber yavaş yavaş değişiyor. Bu açıdan da değerli bir eser bu roman. Padişah yanlısı bir kişinin nasıl Cumhuriyetçi oluşunun gerçekçi hikayesi.

*Marangozluk mesleği hakkında zaman zaman bilgi veriliyor. Marangozluk mesleğini icra eden/hobi olarak yapan kişiler, Mahir Efendi’nin, hatta romanın başında bu konudaki tutkusu ve yeteneği bilinen Sultan Abdülhamid’in bu meslek üzerine tecrübe ettiklerini okumaktan keyif duyacaklardır.

*Mahir Efendi karakteri çok oturmuş, dünya görüşü zamanın şartlarına göre değişse de genel prensiplerinden ödün vermeyen değerli bir Türk vatandaşı.