8 Mayıs 2014 Perşembe

Kemal Tahir - Bir Mülkiyet Kalesi








  

Okuduğum Tarih: Ekim 2011



Tahir’in güçlü bir romanı daha… Keyifle okudum ve bir çok şey öğrendim.

Marangoz Mahir Efendi, Abdülhamid’in hususi marangozlarındandır ve çok saygı görmektedir. Evlenmeye karar verince yine sarayın cariyelerinden bakire Canseza ile başgöz edilince geriye bir tek ev edinmek kalır ki onu da sarayın ve Padişahın yardımıyla ve izniyle Vezneciler’de kagir bir ev alarak tamamlarlar. Bu eve geçişleri de olaylı olur. Çünkü bir binbaşı da evle ilgilendiği için Mahir Efendi ev için bir nevi onunla savaşmak zorunda kalır. Evi de aslında karısının üzerine tapulandırması gerekirken son anda ataerkil toplum baskısıyla kendi üzerine çevirir.
Meşrutiyetin ilanıyla Abdülhamit tahttan indirilince Mahir Efendi’nin Yıldız Sarayı’ndaki işi sona erer ve emekliye sevkedilir, o da eviyle ilgilenir arada da oğlu Murat dünyaya gelir.
Mahir Efendi mesleğine bir marangozluk dükkanında devam ederken savaş çıkınca Balkan ve Çanakkale’de asker olur. Savaştan dönünce bu sefer yeni yönetimle evine büyük bir vergi çıkınca evi devlete iade etmemek için Hayriye isimli bir hanımdan faiz ödemek şartıyla borç almak zorunda kalır. O zaman evi eşinin üstüne yaptırmamış olmasının cezasını çektiğini anlar ve pişman olur. Hayriye Hanıma da borç ödeyebilmek için evlerini kiraya verip daha küçük bir eve, Kasımpaşa’ya taşınırlar.
Bu arada yabancı milletlerin işgaline karşı Mahir Efendi de gizli faaliyetlere katılır ve sonunda Anadolu’ya geçerek aradaki bazı köylere büyük faydası dokunur. Arkasından ailesini de yanına aldırtır, bu arada ikinci oğlu Cemal dünyaya gelir. Anadolu’da önce Nazilli’de, sonra Burdur’da (hastanede) yaşarlar ve savaştan dönen perişan Türk askerlerinin durumlarına şahit olurlar, bir yandan da savaştan istifade eden çıkarcılarla uğraşırlar. Oradan Aydın’a geçerler. Sonra İstanbul’a döndüklerinde Kasımpaşa’daki oturdukları evin tümden çıkan mahalle yangınında yandığını öğrenince çok zor durumda kalırlar. Mahir Efendi yine de kalan tüm borcunu Hayriye Hanım’a öder ve kendi evlerinden aldıkları kiralarla hayatlarına devam ederler.
Bir gün bir Fransız subayının yanında Türk kadın gören Mahir Efendi, ikisini de vurup öldürür. Sonra tekrar Anadolu’ya oradan da Ankara’ya geçer. Ankara’da bir süre kaldıktan sonra büyük Kurtuluş Savaşı’na katılır ve bölüğünde tüm gücüyle savaşır.
Savaş sırasında Selami isimli bir subayla ahbap olur, Selami kollarında ölür. Mahir Efendi de başından ve kolundan yaralanınca hastaneye kaldırılır. Orada gözlerini kaybeden bir subayla ahbap ve dert ortağı olurlar.
Arkasından Mahir Efendi İstiklal Madalyası ile ödüllendirilip İstanbul’a evine döner ve mutlaka Selami’nin vasiyetini yerine getirmek ve Selami’nin isteği doğrultusunda oğlu Murat’la Selami’nin kızı Ayşe’yi tanıştırmak için onların evini araştırıp ziyarete gider ve karşısında fakir ve mülayim bir aile beklerken, bir büyük konak ve Abdülhamit yanlısı paşa ailesi görünce çok şaşırır. Yine de görevini yapar ve Murat ile Ayşe arkadaş olurlar.
Mahir Efendi İstanbul’a alışırken bir gün çıkan bir yangın yüzünden Vezneciler’deki evini kurtarmak için gittiğinde alevlerin içine atılıp kendi başına söndürmeye kalkar ve damdan düşerek çok kötü yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Karısı Canseza hastanede başucuna geldiğinde ondan evlerinin tümden yandığını öğrenince karısına tez elden marangozluk takımını hazırlamasını söyler ama bunlar son sözleridir hemen arkasından vefat eder.

GÖZLEMLERİM:

*Filmi çevrilecek kadar akıcı ve anlamlı bir roman. Hikayenin sonunda Marangoz Mahir Efendi’nin vefat edeceğini beklemediğim için şaşırdım, hatta üzüldüm de.


*Mahir Efendi’nin Vezneciler’deki kagir ev için onca çaba sarfetmesi o dönemde ev sahibi olmanın zorluklarını ve değerini anlatıyor bize.

*Kahramanın Kurtuluş Savaşı’na katkı için yaptıkları heyecan vericiydi. İnsanın milliyetçilik duygularını kamçılayan ve bir yandan da romanın heyecanını artıran maceraları okuduk.

*Zamanın mahalle süpüren büyük yangınlarından biri -Allah korusun!-yaşamışçasına romanda anlatılıyor. Nitekim bu yangın Mahir Efendi’nin de yaşamına mal olacaktır. Semtlerin evlerinin neredeyse hepsinin ahşap inşa edilmesinin sonucu olarak yangınlar başladığında semt sakinlerinin hiç umudunun olmaması anlaşılabilir bir durum, yine de ellerinden gelen var güçle bu yangınları söndürmeye gayret ediyorlar.

*Romanda geçen şiirler havayı hem yumuşatıyor hem de anlamlaştırıyor:

“Kapılar kalındır, komşuları hanımdır,
Esef etme sevdiceğim, Eda benim canımdır.
Sevdiceğim aman Allah! Yosmacığım aman Allah!
Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!
Aaaah! Oooof! Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!” (s8)                            
“Karga da seni tutarım aman!
Kanadını yolarım aman
Yelpazeler yaparım aman!
Hanımlara satarım aman! E, E, E!...” (s67)

“Ben yolculuk etmeyi sevmem tek başıma
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
Dedim ki: Geldik. –Dedim ki: Bak!
Gülmeğe başladı bir adım geride ağlayan toprak” (s319)

“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş…” (s390)

“Neyleyim takdire tedbir uymuyor” (s392)

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” (s393)

“Seçin ağalar seçin!
Koç yiğit olana kefenler biçin!
Yeğin atlar besledik kara gün için
Binip dizgin etmemize ne kaldı?” (s434)
“Öküz aldı koşamadı,
Yiğit oldu yaşamadı,
Namusuma zor geliyor,
Kız o, seni boşamadı.
Ayva ile nar istiyor,
Yandı yürek kar istiyor.
Tez gel Hacı Bey’im tez gel,
Küçük karın er istiyor.” (434)

“Elimin emeği, gözümün bebeği yar,
Mihnet ile kazandım, soframın ekmeği yar.” (s445)

“Bir mendil işle yolla!
Ucun gümüşle yolla.
İçine beş elma koy,
Birini dişle yolla!” (s446)

“Gamından derde düştüm kılmadın tedbirü dermanım,
Ne dersin rüzgarım, böyle mi geçsin güzel canım,
Gözüm, canım, efendim, sevdiğim, devletli sultanım!..” (s499)

“Derdin sana nale ile izhal etmez.
Feryadına hiç kimsenin yetmezsin!
Feryad ki feryad sana kar etmez.” (s505)

“Müjganımı ey şem’-i Güher bar etme,
Pinhanda gamı aleme izhar etme,
Aşk ehline zulümdür vefa eylememek,
Zinhar bu zulmü zinhar etme!” (s505)

*Harem geleneği, yaşayışı, gelenekleri her zaman okuyucunun gözünde gizemini korumakta. Orada neler oluyor, içeride yaşayan kadınlar o kadar güzeller mi, Padişah’ın bu hanımlarla ilişkisi ne boyutta gibi sorular baki:

“…yol halılarından başka bir yere bakmadan harem bahçesine çıktı.” (s11)
“Harem adabı üzre sırtlarını binaya dönüp çömelmişlerdi.” (s11)
“Onlar hareme girerken mahsustan öyle giyiniyorlar. Senin gibi budalalar aşık olmasın diye…” (s49)

*Haremde karpuz hikayesi harem hanımlarının toplumdan ne kadar izole yaşadıklarının bir yerde acı bir ifadesi:

“Duyduğuma göre karpuzu kabuğuyla beraber uzun müddet görmemişsiniz de, sonunda efendimiz bunu duyup içeriye kabuklu karpuz verilmesini irade edince bayram etmişsiniz.” (s53)

*Abdülhamit’in yaptırdığı gizli kapı haremi ve dolayısıyla padişahların yaşadıkları sarayları gözümüzde maceralı ve gizemli bir hale sokuyor, merakımızı cezbediyor, aklımıza türlü türlü iyi-kötü fikirler sokuyor:
“Günlerden bir gün efendimiz, altı köşeli salonuna bir gizli kapı yapılmasını ferman etmişti. Gizli kapı yaptırmayı nedense pek seviyordu.” (s14)

*Askerlik geleneği ve savaş insanların hayatlarının bir parçası olduğu için vatandaşların doğal olarak tepkileri de bu şekilde filizlenmiş:

“Askere gidip üç sene mektubu gelmeyen adamın “şehit” (!) olduğu, karısının dilerse evlenebileceği” (s19)
“Arada sırada asker kaçaklarını asıyorlardı” (s168)
“Asker demek ne demek? Bir abam var atarım, nerde olsa yatarım” (s227)
“Galiba her zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve kocaman, hayasız yalanlar var.” (s382)
“-Buyur.
-Evin var mı?
-Ne evi?
-Bayağı…Başını sokacak bir ev…
-Çocuk musun Mahir Efendi? Bu anda galiba vatanım bile yok…” (s396)
“İnsanların neye boğuştuklarını anlamaktan ziyade nasıl olup da senelerce boğuşturulduklarına akıl erdirmek müşküldü.” (s214)

*Canı sıkılmak:
“Can sıkılması, kaybedilmiş bir şeyin hasretinden ibaret olsa gerekti.” (s36)

*Mahalle bekçisi geleneği o dönemde insanların kendilerini evlerinde güvende hissetmeleri açısından faydalı bir uygulamaymış, bugün belki de bekçilerin yerlerini hırsıza karşı elektronik alarm sistemleri almış durumda:

“Bir de mahalle bekçisi… Geceleri herkes uyurken sopasını taşlara vurarak dolaşan fakir adam…” (s47)

*Evlilik üzerine yapılan yorumlar aklıma Oscar Wilde’ın evlilik üzerine olan fikirlerini getiriyor, Kemal Tahir, Wilde okumuş olabilir mi?

“Oğlum, evlenmek bal dolu bir kavanoza benzer. İçindeki sinekler dışarı çıkmak isterler, dışarıdaki sinekler içeri girmek… Anladın mı?” (s51)
“Galiba o zamanlar nikahta hakikaten keramet vardı(!)” (s56)
“Erkek kısmı kırk senede bir kere karı sözü dinleyecek. Ben de işte senin sözünü dinliyorum. Şu duvara yaz… Tam kırk sene sonra bir sözünü daha tutacağım…” (s60)
“Kadın kaç paralık şeydi ki evin iki direği mutlaka üstüne çevrilmeliydi!” (s62)
“Eve yorgun argın, somurtkan döndüğü bir akşam, terliklerini, gecelik entarisini hazırlayıp kocasının ayaklarını yıkadıktan sonra…” (s64)
“Erkek her zaman haklıydı.” (s101)
“Çünkü kusurun erkekte olduğunu, kadın başkasına varıp çocuk dahi doğursa kabul etmek yoktur.” (s103)
“Galiba, sahici büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Burdurlular düğünlerde geline adeta işkence ediyorlardı. Kızcağız gözlerini kaldırıp etrafına bakmasın diye, üst gözkapaklarına altın pullar yapıştırılıyor, eğer ailede yoksa, ince kangalları, beşibirlik dizisi, taç kiralanıp biçare kız, “Perşenk” haline getiriliyordu. Bu yüklenmiş haline acımadanbir iskemle üzerine çıkarıp ayakta tutuyorlar, zorla ağlatmak için ne kadar acıklı mani, koşma varsa söylüyorlardı.” (s181)
“Çerkezlerin her misafir için –daha doğrusu misafir vesilesiyle bizzat kendi kendileri için- derhal kuruverdikleri “Düğün”ün hiç değişmeyen malzemesi.” (s347)
“Evlenirse karısından fazla güzellik aramasın,
-Neden?
-Çok güzel kadınlar ekseriya, ahmak olurlar. Ahmak karıdan bir erkeğe hiçbir zarar gelmeyebilir ama, güzelliğiyle mağrur olmayan kadınlar, başka meziyetlerle bu noksanlarını kapatmak isteyeceklerinden işe yararlar. Daha iyi ana olurlar.” (s391)
“Dört karı alma müsaadesi, cariyelerini istifraş etmek… Bunlar hep o kızgın güneşin, baharlı yemeklerin marifeti değil de nedir?” (s436)

*Toplumda kadın-erkek ilişkileri:

“Kadınla beraber arabaya binmek şiddetle yasaktı.” (s73)
“Kahveye girmek teklifi harp içinde İstanbul’dan iki buçuk sene uzakta kalmış bir kadın için en ağır hakaretlerdendi.” (s238)

*Aşk:

“Galiba, sahici büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Akordeon, tuhaf bir güzelliği olan uzun burunlu Abaza kızının yüreğindekileri, bir parça nazlı, biraz şımarık, birçok da işveli sesiyle hikaye ediyordu.” (s351)
“Sonra onlar daha avludan çıkmadan bir koşu, akordeonu aldı. Bu artık gece delikanlıları oynatan, neşeli çalgı değildi. Körüklerinin içi, sanki ağzına kadar keder ve hasret ve korkuyla doldurulmuştu. Iptidai insanın doludizgin hisleriyle ağlıyordu. Mahir Efendi, yolun dönemecinde arkasına bakıp kızı son defa gördü. Kapıya dayanmıştı. Hiç kimseden utanmaksızın aşkını ilan ediyordu. Zaten bu hali ayıplamak da mümkün değildi.” (s352)

*Duvara resim asmak günah olduğundan bulunan ilginç yol:

“Fotoğraf, boru gibi bükülmüş olarak ya bir sandıkta muhafaza edilir, yahut da duvardaki çivilerden birisine asılır.” (s111)

*I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı:

“Sırbistan’da Avusturya-Macaristan veliahtının öldürüldüğü havadisi duyuldu. Sonra dünya, kudurmuş gibi evvela birer birer, sonra ikişer üçer birbirlerinin gırtlağına sarıldı.” (s137)

*Yalnız yaşamanın zararları:

“İnsanlar tek başlarına yaşaya yaşaya canavar oluyorlar…” (s143)

*Sinemanın tanımı ne güzel verilmiş:

“Alman gavurunun sinema diye bir şey icat ettiği söyleniyordu. Allah beterinden saklasın! Perde üzerinde canlı insanlara olmadık habaset yaptırılıyormuş. Muharebeyi bile perdeye çekmişler.” (s156)

*Saraylıların Anadolu’da yaşayan halkı nasıl gördükleri:
“Laf arasında o da diğer birçok İstanbullular, bilhassa saraylılar gibi “Kaba Türk” derdi.” (s162)

*Murat’ın ergenlik hisleri:
“Etini gıcıklayan müphem bir şeyler hissetti ve ayıp olduğunu bildiğinden, gördüğünü evde söylemedi.” (s170)

*Burdur gölü:
“Bir tepeyi kıvrılınca Burdur gölü, toprakta unutulmuş büyük bir ayna gibi göründü.” (s173)

*Haşhaş:
“Çiçekler döküldükten sonra kozalağını hususi bir bıçakla çizip bırakıyorlar, birkaç gün geçince siyahlaşan usareyi topluyorlardı. Haşhaş tohumu kavrulup yeniyor, bununla çörek yapılıyor, küspesi hayvanlara veriliyordu.” (s180-181)

*Zenginlik:
“Şeyhler zengindir hanımcığım. Zengin olanlar, insanlara hiç acımazlar…” (s193)

*Hasta adam Osmanlı İmparatorluğu:
“İmparatorluk darbeleri öldürecek yerlerinden yemişti. Bir düşerse kalkmak olmadığını bildiğinden ayakta duruyor, daha doğrusu ayakta sallanıyordu. Vücudunun bütün muvazenesi bozulmuştu. Artık çalınan hiçbir zilin cevap vereceği emin değildi.” (s194)
“Padişahlık Abdülhamit Efendimizle beraber öldü… Padişahlık dünyadan çekildi. Gölgesi kaldı.” (s325)

*Bolşevikliğin tanımı:
“-Bolşeviklikte ev borcu ödemek yok mu?
-Bolşeviklikte o kadar büyük ev sahibi olmak yok.
-Üst katları yıktırıyorlar mı?
-Hayır! Hepsini elinden alıyorlar da sana münasip bir ev veriyorlar.
-Ben razı olmam…
-Daha iyi ya… O zaman kafanı koparırlar… Yallah!
-Rusya’da böyle mi yaptılar?
-Böyle yaptılar.” (s254)

*İstanbul’un işgali:
“İstanbul’da yabancı bandıralar bir misli çoğalmış, kepazelik diz boyunu geçmişti. Kışlalar, meyhaneler, kerhaneler, yabancı askerlerle, denizler yabancı gemilerle doluydu.” (s302)

*Politika:
“Hem de sıkışık sıralarda verilen vaatlerin kıymeti yoktur.” (s333)
“Hayvan hayvanken tehlike sezince çobanın etrafında toplanır.” (s397)



*Abaza gelenekleri:
“Abaza adetlerini bildiği için henüz evin büyüklerini görmediğine şaşmıyordu. Yaşlıların yanında, oturmak, cigara içmek ayıp olduğundan misafirleri rahatsız etmek istemiyorlardı.” (s345)

*Zafer üzerine ilginç bir gözlem:
“Galiba her zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve kocaman, hayasız yalanlar var.” (s383)

*Eğitim:
“Mektep, insanı adam etmez. Adam olma yollarını gösterir… Marifet mektepten sonrasını başarmakta…” (s407)

*Mutluluk:
“İnsanlar saadetleri kaybettikten sonra idrak ederlermiş.” (s408)

*Borçlanmak:
“’Borç’ müstesna… Borçlu adam haysiyetsiz oluyor kardeşim.” (s391)

*Kardeşlik:
“Murat ne olursa Cemal de öyle olur. Ağabeysi doğru olan kardeş, doğru olmaya mecburdur.” (s391)

*O dönemin Ankara’sı:
“Ankara’da ev sıkıntısı varmış…” (s354)
“Ankara’yı görmemek görmekten iyiydi. Bütün memleketin kurtuluş beklediği yer burası mı? Burada ne var bakalım? Toz, toprak, delirmiş gibi telaşlı yahut cenazeden dönüyor gibi ölüm düşünen insanlar ve tahtakuruları…” (s360)

*Kitap Atatürk’ten çok bahsediyor ve hakkında değerli bilgiler içeriyor, Kurtuluş Savaşı döneminin bir resmini çiziyor ve bunu Mahir Efendi’nin Padişahçılık ile milliyetçilik arasında kalan deneyimleri ve ruh halini okuyucuya başarılı bir şekilde aktarıyor:

“Muharebe Enver Paşa tarafından kazanılmış olsaydı, Mustafa Kemal ismini memleket belki hiç duymayacaktı.” (s256)
“Anafartalar’da sarı yağız, gök gözlü, zayıf bir adam! Fazladan asabi… Gözünü budaktan sakınmaz bir delifişek…” (s257)
“Mustafa Kemal Paşa, Hacıbayram Camii’ne, bir sürü hocanın, şeyhin, dervişin arasında geldi. Sırtında siyah bir ceket, bacağında çizgili siyah pantolon vardı. Gene Anafartalar’daki sarı yağız, zayıf adam. İlk bakışta, Mahir Efendi’nin gözü bu paşayı gene pek tutmadı…. Mustafa Kemal Paşa’nın, sapsarı incecik ensesini uzaktan görüyordu.” (s361)
“Mustafa Kemal Paşa, yüzüne bir şey söylenmediği halde, arkasından “Acaba!” denilen bir adam…” (s413)
“Mustafa Kemal Paşa kadar taarruzdan hoşlanan asker yoktur. Ne hazin talih! Her zaman müdafada kalmaya mecbur oluyor.” (s421)
“Askerler aldıkları terbiye iktizası, siyaseti ekseriya yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Fakat Gazi bu cinsten değil… Ama, küçük rütbeli zabitken de disiplini arkadaşları gibi anlamazmış. Onda, sivil ihtilalci tarafı, üniformalı kumandan tarafından fazla… Daha doğrusu bu iki meziyetten de istifade etmesini biliyor. Anlatamadım. Bu iki meziyet zaman zaman birbirine mütekabilen tesir ediyor. Bir büyük ve kati neticeli meydan muharebesi idare etmek ve bunu kazanmak, bir Millet Meclisi’ni, birkaç düzine valiyi ve silahsız halk kitlelerini istediği hedefe götürmek hususunda insana elbette birçok tecrübeler ve kolaylıklar verir. Kumandan, muharebeye tutuştuğu anda, insan hayatını, kanı görünce başı dönen bir sivil politikacı gibi hesaplanamaz. Bu alışkanlığı, inkılaplara tatbik ettiğini düşün… Ama, bütün muvaffakiyet, devri iyi kontrol etmeye bağlı. Bir gün gelir, ihtiyar bir politika kurdunun yumuşak sinirleri, insanı çileden çıkaran müsamahası lazım olur. Bu herhalde, “Kafalar kesilecektir” demekten daha zordur. Tarihte asker ihtilalcilerin yüzde doksan beşinin kaybetmesi işte bundan… Mustafa Kemal Paşa, pek hoşuma gidiyor. Kafa kesmekten ciddiyetle bahsettikten sonra müzakere edilen mevzuda, uzun izahat vermesi, bilhassa Hoca Mustafa Efendi’ye: ”Biz meseleyi bir başka noktai nazardan mütalaa ediyorduk. Artık tenevvür ettik” dedirtmesi şaheser… Uzun izahat vermeyebilirdi de… Yumruğunu masaya, ayağını döşemeye vurur, kararı yazdırtırdı. Hayır! Yapmadı.
-Ne fark var?
-Çok büyük bir fark… Karşısındakilere, yaşama imkanı bırakıyor. Şereflerini, haricen de olsa kurtarma imkanı…” (s515)
“Ama bütün bunların faydasını, bir zümreye mal etmek var, doğrudan doğruya fakir halk kitlelerine vermek var. Asıl büyük meydan muharebesini Mustafa Kemal Paşa o yol ayrımında verecek.” (s516)
“En zor yerine geldi. Karşıda belli başlı bir düşman olursa, insan ona karşı ister istemez sağlam durur. Artık karşısında cephe yok. Şimdiden sonra çete harbine başlayacak… İnsanları, tek tek, aile aile, mahalle mahalle, köy köy, kasaba kasaba fethetmek lazım.” (s531)
“Mustafa Kemal Paşa bütün bir düşman dünyasına karşı bir başına kalacak.” (s532)

*Halide Edip Adıvar’dan büyük bir hayranlıkla bahsediliyor. Genelde onu gören askerlerin ağzından bilgi veriliyor:

“Bir karı zuhur edivermişti. Çarşaflı bir karı. Kocaman kocaman siyah gözleri var. Dünya ve ahret hemşiremiz olsun! Siyah bayrağı çekmiş mi efendim, siyah bayrakları… Umum karı milletini de bir güzel başına toplamış… “Adalet!” diye bağırıyor, “Müsavat” diye bağırıyor. Karı feryat ediyor, nemize lazım, korkmadan feryat ediyor. Karı bile karılığıyla feryat ederse… Yazık bizim erkekliğimize…” (s307)
“Bir karı ile beş altı herif geçirdik.
-Karı da mı Ankara’ya gidiyordu?
-İyi bildin Ankara’ya gidiyor.
-Ne yapacakmış? Marangozluk mu?
-Karı kitapçıymış… Kitap yazarmış… Koca koca kitaplar…” (s320)
“İstanbul’da da bir karı türemiş. Düşman memleketi basılınca, biz erkekler girecek delik aradıktı. Karı, karşılığı ile bayraklar yaptırmış. Osmanlı sancakları ama, bezi kırmızı değil… Siyah bez üzerine bayraklar! “Yüzümüzün karası bayrağa vurdu” demek mi istedi, yoksa “Biz bu lekeyi bir gün temizleriz mi?” demek istedi. Elbet bir manası olacak. Düşman bile üzerine varamadı. Meydanda feryat etmiş: “Hey erkekler, nerdesiniz? Vatanı, milleti kime bıraktınız diyerek…
-Dur bakalım… İşte dediğim karı o karı…
-Yok canım! Adil Usta tarif etti. Koca gözlü bir kadınmış.
-Tamam! Koca gözlü… Babayiğit…
-Şimdi inandım. O karı otuz tane tabur kumandanına bedel bir karı…” (s321)
“Demek, Sultanahmet meydanına kara bayraklarla çıkıp koca Dersaadet’i velveleye veren hatun, Yayalar köylüyü şaşırtan aynı hatundu.. Karı bir orduya bedeldi vesselam!” (s336)
“-Kadın ne diyor bu esnada?..
-Ne diyecek. Gülüyor halime biteviye!
-Hayvana iyi biniyor muydu?
-Çerkez süvarileri gibi… Kadın değildi canım! Bir orduydu. Görürsün, Yunan’a çok işler açar o, benim gördüğüm kadın! Kitap yazıyormuş! Şu devri hayırlısıyla atlatalım. İstanbul’a gideceğim. On lira olsa, kitaplarından birisini alacağım. Okurum da aklım açılır.” (s344)

*Anadolu’nun türküleri:
“Bizim Anadolu’da üç tane esaslı türkü cinsi var: Oyun havası, eşkıya havası, bir de ağıt!” (s433)
“Seçin ağalar seçin! / Koç yiğit olana kefenler biçin! / Yeğin atlar besledik kara gün için / Binip dizgin etmemize ne kaldı?” (s434)
“Anadolu’nun türküleri de, mani ve koşmaları da ağzına kadar hasretle dolu.” (s445)

*Yaşamak - paylaşmak:
“Yaşamak bir şeyler biriktirmek ve biriktirdiklerimizi götürüp bir sevgiliye takdim edebilmekten ibarettir. Yalnız bundan ibaret…” (s445)

*Karagöz-Hacivat’ın oyunlarından biri (s464-471) sayfaları arasında sanki gerçekten karşımızda oynanıyormuş gibi anlatılıyor, sanıyorum Kemal Tahir bu bölümü yazmaktan çok keyif almış.

*”Bir Mülkiyet Kalesi” 495. sayfadan başlayan bölümün ismi olarak aynı zamanda kitabın ismini de almış.

*Hümanist, sevmek:
“Bir adam, bütün dünyadaki insanları sevmezse kendi insanlarını da sevmez.” (s518)

*İki karşıt fikri ve durumu anlatmak için iki kızkardeşin Çömlekçi ve Bahçıvanla evliliklerini anlatan fıkra:

“Herifin birinin iki kızı varmış. Birisini çömlekçiye, birisini bahçıvana vermiş. Bir gün kızlarını görmeye gitmiş. Çömlekçinin karısı ‘Baba, demiş bu hafta hava güneşli giderse yaşadık.’ Oradan bahçıvanın karısına uğramış. O da: “Babacığım, demiş, bu hafta yağmur yağarsa yaşadık…’ Anladın mı?” (s532)

*Çocuğun gözünden hediye:

“-Cuma günü Ayşe kardeşine ne götüreceksin?
Murat bir an düşündü. Sonra hayatında yapabileceği en büyük fedakarlıktan birisini teklif etti.
-Bir tane Nat Pinketron hikayesi götürürüm.” (s545)



*Mahir Efendi tamamen geleneksel bir yapıdan geliyor (günahlar/dini bütünlük/ataerkil) ve modern Türkiye’yle beraber yavaş yavaş değişiyor. Bu açıdan da değerli bir eser bu roman. Padişah yanlısı bir kişinin nasıl Cumhuriyetçi oluşunun gerçekçi hikayesi.

*Marangozluk mesleği hakkında zaman zaman bilgi veriliyor. Marangozluk mesleğini icra eden/hobi olarak yapan kişiler, Mahir Efendi’nin, hatta romanın başında bu konudaki tutkusu ve yeteneği bilinen Sultan Abdülhamid’in bu meslek üzerine tecrübe ettiklerini okumaktan keyif duyacaklardır.

*Mahir Efendi karakteri çok oturmuş, dünya görüşü zamanın şartlarına göre değişse de genel prensiplerinden ödün vermeyen değerli bir Türk vatandaşı.





                                   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder