26 Ağustos 2013 Pazartesi

Zülfü Livaneli - Serenad

                                                                                                                                            
AAKA-518
                                                                                                                                        Okuduğum Tarih: Ekim 2012

Livaneli’nin bu değerli eseri Serenad’ı okumak için müsait olduğum bir koca gün seçtim, 7 Ekim Cuma akşamı başladım, elimde fosforlu kalemim okumaya koyuldum, Cumartesi gün içinde bitirdim. Bazen bu kadar yoğun bir şekilde bir kitabın derinliklerine dalmak çok keyifli oluyor.

Romanın Özeti:

            Maya, boşanmış, ergenlik çağındaki oğlu Kerem ile yaşayan ve İstanbul Üniversitesinde rektörün Halkla ilişkilerini yürüten güzel, çalışkan ve duygusal bir bayandır. Bir gün Harvard Üniversitesinden gelen 87 yaşındaki Max Wagner’ı ağırlama görevi kendisine verilir. Prof. Wagner’ın İstanbul’daki programına eşlik etmeye başlamışken yolda bir Renault tarafından izlendiklerini anlar ve bir anlam veremezken onların özel istihbarattan olduklarını kendilerinden öğrenince çok şaşırır. İstihbarat görevlileri tehdit kullanarak Maya’nın, Prof. Max Wagner’ın yaptığı her şeyden kendilerine rapor vermesini mecbur ederler. Tehdit unsuru olarak da, Maya’nın babaannesinin Ermeni oluşundan ötürü abisi Albay Necdet’in kariyerini tehlikeye atabileceklerini ifade ederler.
            Maya bir sabah erkenden Max’ın isteğiyle yanına rektörün şoförü Süleyman’ı da alarak profesörü Şile’ye götürür. Max Şile’de Karadeniz kıyısında buz gibi soğukta kemanını çıkarıp bir eser çalar ama çok hastalandığı için arabaya dönemeyince Maya ile Süleyman profesörü yakındaki işlev görmeyen motele taşırlar. Bu arada bozulan arabayı tamir için Süleyman ve otel görevlisi tamirci bulmaya gidince, Maya profesör soğuktan ölmesin diye vücudunun ısısını verebilmek için onunla beraber çıplak bir şekilde yatar ve bu şekilde onun hayatını kurtarır. Süleyman döndüğünde onları o şekilde görünce kızarak yanlarından ayrılır.  
            Maya, profesörü otel görevlisi ile hastaneye yetiştirir ve Max iyileşmeye başlayınca, Maya doktor arkadaşından Max’ın kanserden dolayı birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenir.  Max, Amerika’ya dönemeden bütün hikayesini Maya’ya Pera Palas’ta anlatır.  Böylece kitap 2. bölüme geçiyor.
            Max Almanyada bir üniversitede asistan iken Hitler’in çabalarıyla başlayan Yahudi düşmanlığından öğrencisi Nadia’yı korumaya başlar ve ona özel ders verirken birbirlerine aşık olurlar. Aileleri kendileri için endişelenseler de evlenirler ve daha güvende olmak için başka bir şehre taşınırlar. Olaylar önlenemez şekilde ilerleyince İstanbul’a taşınmaya karar verirler ve trene binerler ancak Nadia ismini Deborah olarak değiştirmiş olsa da Max fark edemeden sınırda bir Gestapo Nadia’yı trenden indirip tutuklar ve götürür. Max çaresiz İstanbul’a gider ve Nadia’yı oradan kurtarmaya çalışır.
            Max İstanbul’da bir yandan çalışırken bir yandan da her türlü temaslarla Nadia için vaftiz kağıdı çıkarır ve komşularının desteği ile o sırada Romanya’ya gelmiş olan Nadia’nın Struma adlı gemiye binmesini sağlar. Struma İstanbul’a gelince İngiliz hükümetinin baskısı yüzünden yolcularını İstanbul’a indiremez. Max bu durumdan kahrolur ama mektuplaşma yoluyla haberleşirler. Struma’nın İstanbul boğazında kalmasına izin verilmeyince gemi Karadeniz tarafına demirlemek zorunda kalır ve bir sabah Max kayıkla Struma’ya yaklaşırken gemi birden infilak eder. Max büyük bir yıkım içinde Amerika’ya göç eder ve Harvard Üniversitesi’nde hocalığa başlar. İstanbul’a ancak 60 yıl sonra dönecektir.
Üçüncü Bölümde Maya, şoför Süleyman yüzünden iftiraya kurban giderek profesörle ilişkiye girdiği suçlamasıyla üniversitedeki işini kaybeder ama zaman zaman flört ettiği borsacı Tarık Maya’nın birikmiş parasını çok iyi bir şekilde değerlendirdiği için aslında madden çok iyi bir durumda olmasından dolayı hayatını yeniden düzenlemeye karar verir. Önce Struma’nın sonra Nadia’nın izini bulmaya kendini adar. Almanya’ya giderek arşivden Max’ın kaybettiği ve zamanında Almanya’da Üniversite’de Nadia için bestelediği ve Serenad ismini verdiği bestesinin notalarını bulur (Max’ın Şile’de Struma’nın battığı yerin önünde çaldığı eser). Sonra Struma’yı videoya çeken balık adamlarla görüşerek bir kopya alır. Oğlu Kerem’i de sorumluluklarına sahip çıkamayan babası, eski kocası Ahmet’e birkaç aylığına bırakıp Amerika’ya gider.
            Epilogda Maya Serenad’ın notalarını ve DVD’yi ölmekte olan Max’a verir, beraberce videoyu izlerler. Max’da Kerem’e değerli kemanını hediye eder. Birkaç gün sonra Max ölünce cenaze töreni yapılır. Maya İstanbul’a dönünce kemanı oğluna verir, o da büyük bir istekle keman derslerine başlar. Maya tekrar Şile’ye giderek cenazede bir kemancının elinden ilk kez dinleyip kayda aldığı Serenad’ı aynı yerde çalarken Max’ın küllerini denize atar. Orada bir araya uykuya dalınca uyanır uyanmaz o eski püskü motel’in bekçisini görür, bekçi ona kendisinin Azrail olduğunu ve Max’ın o gün orada donarak ölmesini planladıklarını ama Maya’nın bu planı bozduğunu söyler.

            Gözlemlerim:

*Büyük bir zevkle okuduğum değerli bir eser. Nazi dönemi hakkında geniş bilgim de olduğundan kitabın bazı yerlerini hislenerek okudum.
*Zülfü Bey ile kendim tanışmamış olmakla birlikte annemin sahibi olduğu ve işlettiği Almelek Sanat Galerisi’nde İsrail’li ressam İlan Hason’un tablolarıyla Zülfü Livaneli’nin şiirleri arasında duygu bütünlüğü sağlanan ortak sergilerini zevkle izlemiş ve çok keyif almıştım. Açılış kokteyline maalesef yurtdışında olduğum için katılamamış ve Zülfü bey ile tanışamamıştım. Tabii ki gençliğimden beri hayranlıkla eşlik ettiğim çok değerli müzik eserleri de (Kardeşin Duymaz, Karlı Kayın Ormanı gibi) çabası.

*Kadınların cümlelerindeki ara anlamları erkeklerin anlamaması üzerine:
‘’Bir gün dediklerimi değil, demek istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu?  İşim çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri… Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz?’’ (s15)
(Hayatındaki erkekler Maya’yı etkilemekle birlikte kafasını da karıştırdıkları için Maya sürekli çelişkiler içinde gidip geliyor. Zengin Tarık, Subay abisi Necdet, geçmişinden bahsetmeyen babası, Prof. Wagner, oğlu Kerem gibi...)

*Hastanedeyken hastanın gözünden doktorların önemi:
 ‘’Elbette hepsinin gözündeki en özel insanlar, bu koridorlardan hızlı adımlarla geçen hekimlerdi.’’ (s156)
(Amerikan Hastanesi’nde 2010 yılında zatüre teşhisiyle 1 hafta boyunca kadar yatarken doktorlara karşı bu duyguyu yaşamıştım.)

* Alışveriş Merkezleri:
‘’İstanbul’un yeni tapınakları olan dev alış veriş merkezlerine kapağı atıyorsun.’’ (s18)

* Aşk:
‘’Aşk denilen şey, çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir kandırmaca mı gerçekten?’’ (s19)
‘’Aşkın bir de dayanışma, birbirini anlama, koruma, şefkat, kader birliği etme gibi boyutları var.’’ (s486)
‘’Birbirini her an bırakmaya hazır gençlerin ağzından “Aşkım” hitabı düşmüyor. Bütün bunlar aşkın artık eski anlamının kalmadığını, hatta anlamsızlaştığını gösteriyor. ‘’ (s487)

*Bakkala sorulan adres geleneği:
‘’Memleketin bir numaralı adres danışma merkezleri olan ve her sokakta mutlaka bir tane bulunan bakkala danışmaktan başka çarem kalmamıştı artık.’’ (s334)

*Kahve geleneği:
 ‘’Dünyanın değişik yerlerin de yaşayan, birbirinden farklı özellikteki milyarlarca insan, aynı tür yiyecek ve içecekleri sevmeli, aynı tarz giysileri almalı, bunun için de aynı tarz bir hayat yaşamalıydı. Böylece uluslarüstü büyük firmalar, ürünlerini dünyanın her yerinde satabilirdi. Belki de daha korkuncu, bu sistemin yerel kültürleri yok ediyor oluşuydu.’’ (s336)
(Uluslar arası kahve zincirlerine taşlama fikri aklıma Starbucks’ı getirdi. Müdavini olduğum bu kafe zinciri için hislerim çok pozitif olmasına rağmen Türk kahvelerinin içilmesi geleneğini canlı tutma fikrine de canı gönülden katılıyorum.)

*Dilbilim:
-Bolu için etimoloji:
‘’Aynen Bolu gibi. Bolu, İnebolu, Tirebolu, Safranbolu kasabaları, aslında poli yani Rumca “şehir” kelimesinden geliyor.’’ (s333)
-Roman boyunca çeşitli İngilizce sözcükler kullanılıyor ve İngilizcenin lisanımızdaki etkisi ortaya çıkıyor:
-Boyfriend (s12)
-Welcoome – Old man, old car (s22)
-Jet Lag (s23)
-Old man, old car (s33)
-What’s up honey? (s49)
-Trendy (s67)
-Good morning (s102)
-Bye (s136)
-Bye – Take care yourself – I’ll call you back (s137)
-Bedroom (s138)
-Black Tie (s162)
-Evening wear (s163)
-Space-saver (s187)
-What’s your name? (s195)
-Yuppie (s264)
-Winner (s266)
-Playboy (s382)
-İngilizce öğrenirken klasik ‘Mr. and Mrs.Brown’ kullanımına takılma:
‘’Mr. and Mrs. Brown went to the seaside.’’ (s169)
-Almanca sözcükler:
-Fraulein (s103)
-Rusça sözcükler:
-Pajalsta (s194)
-Fransızca Sözcükler:
-Nouveau (s266)
-Kitaplarda geçen deyimler:
‘’Her şerden bir hayır doğar!’’ (s72)

*Cinsellik:
‘’Her zaman yaptığı gibi sırıttı ve göğüslerime baktı. Pek çok erkek bunu çaktırmadan yapardı ama genel sekreter belli ederek bakmaktan zevk alıyordu.’’ (s163)

*Günümüzde esmer saçlı Türk bayanların sarışın olmaya özentileri ve eleştirisi:
‘’Galiba aralarındaki tek siyah saçlı kadın bendim.’’ (s164)

*İngilizler:
‘’İngilizlerin dışı mutlu, içi mutsuzdur.’’ (s169)

*Kitap İstanbul için rehber görevi de görüyor:
-Pera Palas Oteli & İstanbul Üniversitesi:
‘’İstanbul’da birçok eski binanın yıkıldığını okumuştum. Pera Palas kendini kurtarabilenlerden.’’ (s24)
‘’Üniversite kapısı gerçekten de göz alıcı bir mimariyle yapılmış, üzerinde altın varak yazılar olan, nefes kesici bir yapıttı.’’ (s47)
-Notre Dame De Sion Lisesinin kuruluşu: 
‘’Thedore Ratisbonne adlı bir Yahudi, felsefe yoluyla Hıristiyanlığa ulaşmış, rahip olmuş, 1850 yılında da Paris’te Notre Dame de Sion’u kurmuştu.’’ (s297)
-İstiklal Caddesi:
‘’ İstiklal Caddesi’nde yürürken hiç kimse başını kaldırıp, o muazzam binaları süsleyen heykellere bakmıyordu.’’ (s347)
-Orahayim Hastanesi:
“Beni Haliç’e götürür müsünüz?” dedim. “Or-Ahayim Hastanesi’ne” (s348)
-Pembe Melekler:
“Pembe Melekler” dedi. Sonra Pembe Melekler’in tamamen gönüllü olarak çalışan, hastalara yardım eden hanımlar olduğunu anlattı. Gece gündüz demeden büyük bir özveriyle çalışıyorlardı.’’ (s349)

*İktidar ve Devlet yönetimi:
-İktidar:  
“İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar.” (s231)
“Hiçbir iktidar masum değildir.” (s315)
‘’İnsan toplumları devlet otoritesi olmadan yaşayamaz.’’ (s434)
-Halkın örgütlenmesiyle başarı elde edilmesi:
 “Çünkü halk ancak örgütlü olduğu zaman etkili olabilir. Yoksa tek tek insanlar, zorbalık karşısında sinerler.” (s245)

*Gazali’nin bilgi konusundaki hikayesi:
‘’Ama yolda kervanı haramiler soyuyor ve herkesin altınını, gümüşünü alıyorlar. Gazali’nin de bir tek torbası var. Torba da gidiyor. Herkes kaderine razı olmuşken Gazali haramileri aramaya başlıyor. Aylarca aradıktan sora haramilerin saklandığı mağarayı buluyor ve torbasını geri istiyor. Nöbetçiler bu deli çocuğu öldürmeye hazırlanırken Haramibaşı gürültüyü duyuyor ve neler olduğunu soruyor. Bir deli oğlanın geldiğini ve torbam da torbam diye tutturduğunu söylüyorlar. Haramibaşı ‘Gönderin şu çocuğu bana’ diyor. Sonra ona ‘Evladım, herkesin servetini aldık, ses çıkaran olmadı. Senin torbanda bunlardan daha kıymetli ne olabilir ki canını tehlikeye atıp buralara geldin?’ diye soruyor. Gazali ‘Benim yüküm onlardan daha değerli’ diyor. ‘Çünkü içinde Bağdat’taki hocamın ders notları vardı.’ Haramibaşı adamlarına ‘Verin şu çocuğun torbasını’ diye emrediyor.  ‘Karnını doyurup yola çıkarın.’ Sonra da Gazali’ye dönüyor. ‘Ders notlarını iade ediyorum delikanlı,’ diyor. ‘ama alim olmak istiyorsan bir şeyi unutma.’ Gazali Nedir o? Diye soruyor. Haramibaşı diyor ki: ‘Senden çalınan bilgi senin değildir.’ (s239-240)

*Alman profesörlerin Nazi döneminden kaçmak için Türkiye’ye eğitime gelmesiyle ilgili Atatürk’ün amacı:
‘’Atatürk ülkeyi süratle Batılaştırmak istiyordu. Bu görevi Alman profesör üstlendi. Ülkenin elit kesimin eğitip, kuşaktan kuşağa aktarılacak bir gelenek oluşturdular.’’ (s242)

*Zeka ile kurnazlık:
‘’Galiba zeka ile kurnazlık ters orantılı. Biri azalırsa öbürü artıyor.’’ (s25)

*Hünkar beğendi yemeği:
 ‘’Sultan Aziz’in konuğu olarak İstanbul’a gelen Fransa İmparatoriçesi Eugenie çok beğendiği için bu ismi almış olduğunu profesöre anlatmak geldi içimden.’’ (s53)

*Olgunlaşmak:
''Fyodor Dostoyevski, insanın ancak acı çekerek olgunlaşacağını söyler.’’ (s55)

*Evlilik:
''Evliliğin bir yuva kurmak ve bir hayatı paylaşmak için özgürlükten vazgeçmek olduğunu biliyor muydun?’’ (s98)

*Türk erkeklerin sinirli olmaları ve özgüveni:
‘’Türk erkeklerinin bir numaralı özelliği sinirlenince hız yapmalarıdır.’’ (s99)  
‘’Türk erkekleri önce annelerinden babalarından dayak yiyerek yetişiyor, çocuk yaşta cinsel organlarının ucunun usturayla kesilmesiyle cinsel bir travmaya uğruyor, sonra okulda, askerde, maçta dayak yiyip duruyorlardı. Bu da özgüven diye bir şey bırakmıyordu onlarda. Çoğu, saldırganlığı, kendinden güçsüz olanı ezmeyi seçiyordu.’’ (s210)

*Mücevher takmanın kadını iyi hissettirmesine dair:
‘’Gergedanlığın beni sihirli bir değişime uğrattığını hissediyordum.’’ (s65)

*Yolculuk:
‘’Her yolculuk bir kader birliğidir.’’ (s101)

*Yazarlık:
‘’Hemingway de en hızlı devam edeceği noktada ara verirmiş yazmaya.’’ (s102)

*Karadeniz’in yüzmek için tehlikeli olması:
‘’Karadeniz tehlikeliydi her yaz boğulma vakaları olurdu, çünkü dalgalar yüzenlerin ayaklarının altındaki kumu birden oyar ve uçurumlar meydana getirirdi.’’ (s104)

*Askerlik Mantığı:
‘’Düşünmekten daha önemlisinin itaat etmek olduğu öğretiliyordu. Adımları kadar sözleri, selamlaşmaları, düşünceleri de birbiriyle aynı olan insanlar yetiştirmekti amaç. Bu durumda, insanların özellikleri birbiriyle aynı olacağı için, herkese ancak omuzlarındaki ve kollarındaki işaret kadar değer veriliyordu. Bu makineye bir taraftan insan giriyor, öteki taraftan asker çıkıyordu.’’ (s139)

*Sessizlik:
‘’Konuşacak şey bulamayan insanların arasındaki o boğucu sessizlik çöktü odaya.’’ (s157)

*Ergenlik Çağı:
‘’Yatağını yaparken çarşaftaki lekeler gözüme ilişti. Bunların ne olduğunu biliyordum elbette. Hayal gücü internetteki onca cinsel fanteziyle pompalanan ergenlik çağında bir çocuğun normal bir fonksiyonuydu ama yine de iğrendim.’’ (s211)
  
*Son dönemlerde çok kitabın piyasaya çıkması:
‘’Ama yeni çıkan Türkçe kitap o kadar çoktu ki bunları değil okumak, izlemek bile imkansızdı.’’ (s213)

*Bilgi:
‘’Bilgi ne garip bir şeydi. Şişede hapsedilmiş bir cin gibi yıllarca duruyor, senin gelip kapağını açacağın günü bekliyordu.’’ (s213)

*Romanda geçen Şiirler az da olsa romana renk katıyor:
‘’Geçer gider yeryüzünde
            En güzel nimetler bile,
            Zaman sınırlarını aşan düşüncelerimizle,
            Bir tek o vardır, o kalır sonsuzluğa.’’ (s215)

‘’Sevda sevda derler behey yarenler
            Bilmeyene bir acayip hal olur.’’ (s487)

*Nazi dönemindeki kristal gecesi:
‘’Saldırılar sonunda Yahudilere ait binlerce işyeri yağmalandı, yüzlerce insan yaralandı. Ve 91 Yahudi öldürüldü. “Kristallnacht” adı verilen bu gecenin sonunda doğan güneş ve çıkan yangınların alevi, yerlerdeki kırılan camlardan yansıyor ve kristal gibi parlıyordu. Zaten “Kristal Gece” anlamına gelen adı da bu nedenle verilmişti. Bu korkunç geceye.’’ (s285)

*Türk köylüsünün çömelerek oturma alışkanlığı:
‘’O da bahçedeki Anadolu köylüleri gibi çömelmeyi denedi ama birkaç dakika içinde bacaklarına sancılar girdi. Nasıl o durumda saatlerce, hatta günlerce oturabildiklerini bir türlü anlayamıyordu. Galiba, Türk köylüsünü dünyanın diğer halklarından ayıran en önemli özellik buydu.’’ (s306)

*Huzurevin de yaşlılığın zorluluğu:
‘’Yaşlılıkta, çoğu durumda, beden ve zihin aynı zamanda çökmüyordu. Genellikle bunlardan biri daha genç kalıyordu. Hangisinin önce çökmesi daha iyidir gibi trajik bir sorunun cevabını bugün tam olarak öğrenmiştim: Önce zihin çökerse insan daha mutlu ölürdü.’’ (s346)

*İstanbul kar altındayken:
‘’İstanbul kar altında tam bir masal şehrine dönerdi. Camiler, kiliseler, sinagoglar, Boğaz köprüleri beyaza bürünür, hava hafif bir sisle dalgalanırdı. Böyle havalarda Boğaz’ın mavi suları camgöbeği yeşile dönüşürdü. Şimdi de şehir hızla beyaz giysisini giyiyordu. Babaannemi hatırladım yine. Kar Anadolu’nun yorganıydı ama İstanbul’un da beyaz masal peleriniydi.’’ (s346)

*Taksilerin inadına yolcu almaması:
‘’Hiçbiri durmadı. Boş olanlar bile, kimsenin binmediği günlerin acısını çıkarmak istermişçesine önümden ağır ağır sürerek geçiyorlardı. Ama yine de yol kenarında bekleyen yolculara karşı gücün tadını çıkarır gibi bir halleri vardı.’’ (s350)

*Basın:
“Sayfa editörü böyle uygun görmüş!” dedi. “Ben küçük bir muhabirim. İstedikleri haberi getiririm, nasıl yayımlayacaklarını onlar karar verirler.” (s371)
“Burası öyle bir ülke ki, en büyük skandallar bile bir haftada unutulup gidiyor. Emin ol, kimse hatırlamayacak bile.” (s372)
‘’Basın ne güçlü bir şeydi Tanrım. İnsanı ipe de götürürdü, cennete de.’’ (s385)

*Hukuk sistemi eleştirisi:
“Buna gelene kadar ne haksızlıklar oluyor bu ülkede. Adam öldürenler serbest bırakılıyor, tecavüz edenler bir iki sene yatıp çıkıyor. Haksızlık mı ararsın! Bu seninki çok küçük bir olay. İnan bana” (s372)
“Bak” dedi. “Diyelim ki avukatla konuştuk. O da bir tekzip metni hazırladı. Mahkemeye gidecek, alınabilinirse tekzip kararı alınacak, gazete istere bunu basacak.” “Nasıl isterse?” “Yüz gün bekletme hakkı var. Ayrıca yayımlamasa bile bir şey olmaz. Biraz para cezası öder. Diyelim ki yayımlandı. Sen aylar sonra olayı tekrar hatırlatmış, gündeme getirmiş olacaksın.” “Peki,hakaret ve tazminat davası?” (s380)
“Bu ülkede en basit dava beş yıl sürüyor. Sonra bir de Yargıtay safhası var. Dosya birkaç yıl da orada bekliyor. Eğer bozulursa her şey yeniden başlıyor. Beş on yıl sonra davayı kazansan ne olur, kazanmasan ne olur!
Durum gerçekten bu kadar çaresiz mi?
‘Evet!’ dedi. ‘Ne yazık ki böyle. Hukuk sistemi tıkandı, işlemiyor. Bu yüzden, gel bu işlerden vazgeç. Yıpranırsın, üzülürsün, her mahkemeye gidişin, haberin tazelenmesine yol açar.”  (s381)

*Antakya’da cenaze geleneği:
‘’Antakya’da anneannem öldüğü zaman komşular bir ay evde yemek pişmesine izin verememişlerdi. Her bir komşu sırayla ziyafet sofraları kurmuştu. Yemek hep “ölmüşlerin ruhu için” yeniyordu. Sanki o ruhlar, besinlerden yararlanacakmış gibi.’’ (s379)

*Duş almanın terapi etkisi:
‘’Tepemden aşağı boşan sıcaklığı hissetmek kadar iyi gelen hiçbir şey yok.’’ (s391)

*Eski siyah-beyaz fotoğraflar:
‘’Eski siyah beyaz fotoğrafları daha çok seviyordum. Sanki o resimlerde insanların yüzündeki ifade daha dramatik, ışık ve gölgeler çok daha ustaydı.’’ (s392)

*Maya’nın üç kadınla rühani özdeşleşmesi; Anneannesi, Babaannesi, Nadia ile:
‘’Böylece acılarını ve mücadelelerini etimde kemiğimde hissettiğim üç kadınla bütünleşmiş olacaktık. Tarih bu üç kadının çığlığını boğmuş, benimkini de boğmaya çalışmıştı. Ama ben onların sessiz çığlıklarını yükseltecektim. Hem Maya, hem Ayşe, hem Mari, hem daha resmini bile görmediğim Nadia idim. Hem Müslüman, hem Yahudi, hem Katolik’tim. Yani insandım. İçim içime sığmıyordu.’’ (s393)
‘’Üç kadın ve üç isim diye düşündüm. Maya, Ayşe olmuştu. Mari, Semahat olmuştu. Nadia Deborah olmuştu.’’ (s429)

*İtalya’daki mezarlık hikayesi:
“Burası özel bir mezarlıktır” demiş. “Buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu olduklar günleri yazarlar. Kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52’yi geçen çıkmadı daha.” (s405)

*Shakespeare’a atıf herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor:
“Her insan kendi hayatının başrolünde oynuyor.” (s406)

*Alman Disiplini:
‘’Disiplinin hayatı düzenleyen, serbest zamanı artıran başkalarına engel olmadan serbestçe yaşamanın yolunu açan bir şey olduğunu anlatırdı.’’ (s413)

*Kötümser ile iyimserin hikayesi:
“Kötümser, ‘işler daha kötü olamaz’ diye feryat ederken, iyimser, ‘Olabilir, daha kötü de olabilir’ demiş.’’ (s430)

*Her şeyin yanlış olduğuna dair Hz. Yusuf ile ilgili anlatılan hikaye komik:
“Hangi yanlışını düzelteyim birader!” demiş. “ Bir kere evliya değil, peygamber, bacıları değil erkek kardeşleri, göle değil kuyuya attılar, anası değil kervancılar kurtardı.” (s437)

*Hikayecilik – yazarlık:
‘’Onların başına gelenleri anlatmaya karar verdim. Çünkü ancak hikayesi anlatılan insanlar var oluyordu.’’ (s481)
‘’Kafamda o kadar çok roman konusu var ki zaten hepsini yazmaya yetişemem.’’ (s488) 

*1970’lerde Alman televizyonun kendi halkına Nazi dönemiyle ve soykırım aksiyonları ile ilgili görüntüleri izletmesi, insanların gözyaşı dökmeleri:
‘’Holocaust adlı bir dizi çekildiğini ve bu dizinin Alman televizyonlarında gösterildiğini okumuştum. Alman halkı televizyonlarının başına geçerek diziyi izlemiş ve gözyaşı dökmüştü. Böylece anlatılmayan, konuşulmayan acı gerçek, bir televizyon dizisi sayesinde bilince çıkarılmıştı. Çok önemli bir şeydi bu. Almanların kendilerini bu kadar kötü gösteren bir diziyi göstermeleri alkışlanacak bir durumdu doğrusu.’’ (s449)



*Nadia ve Max’ın Struma – Boğaziçi arasında birbirine el salladıkları çok duygulu sahne:

‘’Nadia, Max’a önce el salladı, sonra öpücük yolladı. Onun da elinde dürbün belirdi. Acaba mektubu götürenler mi dürbün bulmasına yardımcıolmuşlardı? Yoksa gemiden mi bulmuştu? Max, elini havaya kaldırıp sallamaya başladı. Öpücükler yolladı. “Seni seviyorum!” diye haykırdı. Evet, Nadia onu kesin görmüştü. O da el sallıyordu.’’ (s317)


*Struma’nın balıkçıların avlanmalarının engellemesi:
‘’Struma’nın battığı yerde balıkçıların ağları hep bir gemiye takılırmış. Yöredeki ballıkçılar buna “Yahudi Gemisi” adını takmışlar.’’ (s451)






*Struma olayının suçluları olan devletler:
“Struma, İngiltere, Rusya, Türkiye, Almanya, Romanya devletlerinin ortak suçu” (s433)


*Struma gemisinin fiyaskosu ve organize edenlerin dolandırılıcığı:
‘’1941’de Romaya’nın Yaş şehrinde 4.000 Yahudi öldürülünce bütün Yahudiler ülkeden kaçış yolları aramaya başladılar. O sırada gazetelerde resimli ilanlar çıktı. Köstence limanından ayrılacak olan“lüks Struma gemisi” Filistin’e gidiyordu. İlanlarda Queen Mary gemisinin lüks salonlarını, kamaralarını gösteren resimler kullanmışlardı.
Struma’yı gören yolcular dehşete düştüler. Geminin harap halde olduğunu gören yolcular itiraz edince gemi sahipleri, esas geminin Romanya karasularının dışında beklediğini söyleyerek sakinleştirdiler. Ama bunun doğru olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılacaktı.’’ (s313-314)

*Bodrum’da her köyde farklı bir günde pazar kurulması geleneği:
‘’Bodrum Yarımadası’nda oturanların en büyük eğlencesinin pazara gitmek olduğunu biliyordum. Her gün bir yerde sebze, meyve ve bez pazarı kuruluyordu.’’ (s424)

*Amerika’dan gelen uçağın okyanusu geçtikten sonra kara üstünden uçarken insanların rahatlık hissetmeleri:
‘’Herkes sabırsız, çünkü ekrandaki haritalarda uçağın okyanusu geçtiği ve Amerika kıtasının üstünde uçmaya başladığı görülüyor. Bunun neden bir rahatlama sağladığını bilmiyorum ama denizin değil de anakaranın üstünde uçtuğunu bilmenin insanlarda tuhaf bir etkisi oluyor.’’ (s443)

*Rüzgar sayfaları çevirmesin diye kumsaldan taş alması bana Barnes Nobles’dan aldığım ağırlık tutacağı hatırlattı:
‘’Rüzgarın sayfaları çevirip durmasına engel olmak için, açık kitabın sayfalarına deniz kıyısından aldığım, içinde lacivert benekleri olan çok güzel, yeşil taş yerleştirmiştim.’’ (s444)
(Ben de Amerika’da Brookstone Mağazası’ndan benzer sayfa üzerine koymak için bir ağırlık almıştım, halen de kullanırım.)

*Uçak alçalmaya başladığında Maya’nın yazı yazmayı bırakmak zorunda kalması ve romanın adeta yarım kalması iyi bir buluş:
‘’Aceleyle bazı kelimeleri yanlış yazdığımın farkındayım… ama hostes başımda//*! Ayrılımıyo…’’ (s455)

*Konuşmacının salonda oluşan sessizliği tecrübe edip kullanması:
‘’Çok sessiz bir ortamda konuşmak, insana sözlerin değerinin yüksek olduğu duygusunu veriyordu. Bu nedenle miydi bilmiyorum, sesimin biraz titrediğini hissediyordum.’’ (s472)

*Benzer milletleri ön yargıyla kabul etmek:
‘’Çünkü biz nasıl Nijeryalıyı Senegalliden, Maliliyi Namibyalıdan ayıramıyorsak, Afrikalı deyip geçiyorsak; nasıl Koreli, Çinli, Kamboçyalı ayrımı yapmadan hepsine Uzakdoğulu diyorsak; Batılılar da Türk, Arap, İranlı, Afgan diye ayırmadan hepimize kısaca Müslüman diyor ve aynı kültüre sahip olduğumuzu sanıyorlardı.’’ (s473)

*Cücelerin bu fiziki yapılarından dolayı toplama kamplarının gaz odalarından kurtulması:  
‘’Ataları herhalde cüce doğdukları için kaderlerine lanet okumuşlardı ama o sayede de hayatta kalmayı başarmışlardı. Yoksa normal boydaki diğerleri gibi gaz odalarında öleceklerdi.’’ (s421)

*Wagner’la ilgili başına gelenlerden dolayı Maya’nın oğlu Kerem ile arasının düzelmesi ve tesadüflerin insanı düşündürmesi:
‘’Hayat ne garip şeydi. Benim işten atılmama sebep olan bir rezalet oğlumu mutlu ediyor, ilişkimizi düzeltiyordu. Aynen cüce doğmak bahtsızlığına uğradıkları için ölümden kurtulan Ovitz ailesi gibi.’’ (s441)  
*Kitabın sonunda Şile’deki Black Sea Motel’deki adamın Azrail olduğunu söylemesi romanın mistik bir şekilde bitmesini sağladı.

 Tüm Hakları Alper Almelek'e Aittir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder