AAKA-518
Okuduğum Tarih: Ekim 2012
Livaneli’nin bu değerli eseri Serenad’ı okumak için müsait olduğum bir koca gün seçtim, 7 Ekim Cuma akşamı başladım, elimde fosforlu kalemim okumaya koyuldum, Cumartesi gün içinde bitirdim. Bazen bu kadar yoğun bir şekilde bir kitabın derinliklerine dalmak çok keyifli oluyor.
Romanın Özeti:
Maya, boşanmış, ergenlik çağındaki oğlu Kerem ile yaşayan ve İstanbul Üniversitesinde rektörün Halkla
ilişkilerini yürüten güzel, çalışkan ve duygusal bir bayandır. Bir gün Harvard
Üniversitesinden gelen 87 yaşındaki Max Wagner’ı ağırlama görevi kendisine
verilir. Prof. Wagner’ın İstanbul’daki programına eşlik etmeye başlamışken
yolda bir Renault tarafından izlendiklerini anlar ve bir anlam veremezken
onların özel istihbarattan olduklarını kendilerinden öğrenince çok şaşırır. İstihbarat
görevlileri tehdit kullanarak Maya’nın, Prof. Max Wagner’ın yaptığı her şeyden
kendilerine rapor vermesini mecbur ederler. Tehdit unsuru olarak da, Maya’nın
babaannesinin Ermeni oluşundan ötürü abisi Albay Necdet’in kariyerini tehlikeye
atabileceklerini ifade ederler.
Maya bir sabah erkenden Max’ın
isteğiyle yanına rektörün şoförü Süleyman’ı da alarak profesörü Şile’ye götürür.
Max Şile’de Karadeniz kıyısında buz gibi soğukta kemanını çıkarıp bir eser
çalar ama çok hastalandığı için arabaya dönemeyince Maya ile Süleyman profesörü
yakındaki işlev görmeyen motele taşırlar. Bu arada bozulan arabayı tamir için Süleyman
ve otel görevlisi tamirci bulmaya gidince, Maya profesör soğuktan ölmesin diye
vücudunun ısısını verebilmek için onunla beraber çıplak bir şekilde yatar ve bu
şekilde onun hayatını kurtarır. Süleyman döndüğünde onları o şekilde görünce
kızarak yanlarından ayrılır.
Maya, profesörü otel görevlisi ile
hastaneye yetiştirir ve Max iyileşmeye başlayınca, Maya doktor arkadaşından
Max’ın kanserden dolayı birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenir. Max, Amerika’ya dönemeden bütün hikayesini Maya’ya
Pera Palas’ta anlatır. Böylece kitap 2.
bölüme geçiyor.
Max Almanyada bir üniversitede
asistan iken Hitler’in çabalarıyla başlayan Yahudi düşmanlığından öğrencisi Nadia’yı
korumaya başlar ve ona özel ders verirken birbirlerine aşık olurlar. Aileleri
kendileri için endişelenseler de evlenirler ve daha güvende olmak için başka
bir şehre taşınırlar. Olaylar önlenemez şekilde ilerleyince İstanbul’a
taşınmaya karar verirler ve trene binerler ancak Nadia ismini Deborah olarak
değiştirmiş olsa da Max fark edemeden sınırda bir Gestapo Nadia’yı trenden
indirip tutuklar ve götürür. Max çaresiz İstanbul’a gider ve Nadia’yı oradan
kurtarmaya çalışır.
Max İstanbul’da bir yandan
çalışırken bir yandan da her türlü temaslarla Nadia için vaftiz kağıdı çıkarır
ve komşularının desteği ile o sırada Romanya’ya gelmiş olan Nadia’nın Struma
adlı gemiye binmesini sağlar. Struma İstanbul’a gelince İngiliz hükümetinin
baskısı yüzünden yolcularını İstanbul’a indiremez. Max bu durumdan kahrolur ama
mektuplaşma yoluyla haberleşirler. Struma’nın İstanbul boğazında kalmasına izin
verilmeyince gemi Karadeniz tarafına demirlemek zorunda kalır ve bir sabah Max
kayıkla Struma’ya yaklaşırken gemi birden infilak eder. Max büyük bir yıkım
içinde Amerika’ya göç eder ve Harvard Üniversitesi’nde hocalığa başlar.
İstanbul’a ancak 60 yıl sonra dönecektir.
Üçüncü Bölümde Maya, şoför Süleyman yüzünden iftiraya kurban
giderek profesörle ilişkiye girdiği suçlamasıyla üniversitedeki işini kaybeder
ama zaman zaman flört ettiği borsacı Tarık Maya’nın birikmiş parasını çok iyi
bir şekilde değerlendirdiği için aslında madden çok iyi bir durumda olmasından
dolayı hayatını yeniden düzenlemeye karar verir. Önce Struma’nın sonra
Nadia’nın izini bulmaya kendini adar. Almanya’ya giderek arşivden Max’ın
kaybettiği ve zamanında Almanya’da Üniversite’de Nadia için bestelediği ve
Serenad ismini verdiği bestesinin notalarını bulur (Max’ın Şile’de Struma’nın
battığı yerin önünde çaldığı eser). Sonra Struma’yı videoya çeken balık
adamlarla görüşerek bir kopya alır. Oğlu Kerem’i de sorumluluklarına sahip
çıkamayan babası, eski kocası Ahmet’e birkaç aylığına bırakıp Amerika’ya gider.
Epilogda Maya Serenad’ın notalarını
ve DVD’yi ölmekte olan Max’a verir, beraberce videoyu izlerler. Max’da Kerem’e
değerli kemanını hediye eder. Birkaç gün sonra Max ölünce cenaze töreni
yapılır. Maya İstanbul’a dönünce kemanı oğluna verir, o da büyük bir istekle
keman derslerine başlar. Maya tekrar Şile’ye giderek cenazede bir kemancının
elinden ilk kez dinleyip kayda aldığı Serenad’ı aynı yerde çalarken Max’ın
küllerini denize atar. Orada bir araya uykuya dalınca uyanır uyanmaz o eski
püskü motel’in bekçisini görür, bekçi ona kendisinin Azrail olduğunu ve Max’ın
o gün orada donarak ölmesini planladıklarını ama Maya’nın bu planı bozduğunu
söyler.
Gözlemlerim:
*Büyük bir zevkle okuduğum değerli bir eser. Nazi dönemi
hakkında geniş bilgim de olduğundan kitabın bazı yerlerini hislenerek okudum.
*Zülfü Bey ile kendim tanışmamış olmakla birlikte annemin
sahibi olduğu ve işlettiği Almelek Sanat Galerisi’nde İsrail’li ressam İlan
Hason’un tablolarıyla Zülfü Livaneli’nin şiirleri arasında duygu bütünlüğü
sağlanan ortak sergilerini zevkle izlemiş ve çok keyif almıştım. Açılış
kokteyline maalesef yurtdışında olduğum için katılamamış ve Zülfü bey ile
tanışamamıştım. Tabii ki gençliğimden beri hayranlıkla eşlik ettiğim çok
değerli müzik eserleri de (Kardeşin Duymaz, Karlı Kayın Ormanı gibi) çabası.
*Kadınların
cümlelerindeki ara anlamları erkeklerin anlamaması üzerine:
‘’Bir gün dediklerimi değil, demek istediklerimi anlayacak
bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz
etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İşim
çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri…
Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi
nasıl anlamaz?’’ (s15)
(Hayatındaki erkekler Maya’yı etkilemekle birlikte kafasını
da karıştırdıkları için Maya sürekli çelişkiler içinde gidip geliyor. Zengin
Tarık, Subay abisi Necdet, geçmişinden bahsetmeyen babası, Prof. Wagner, oğlu
Kerem gibi...)
*Hastanedeyken
hastanın gözünden doktorların önemi:
‘’Elbette hepsinin
gözündeki en özel insanlar, bu koridorlardan hızlı adımlarla geçen
hekimlerdi.’’ (s156)
(Amerikan Hastanesi’nde 2010 yılında zatüre teşhisiyle 1
hafta boyunca kadar yatarken doktorlara karşı bu duyguyu yaşamıştım.)
* Alışveriş Merkezleri:
‘’İstanbul’un yeni tapınakları olan dev alış veriş
merkezlerine kapağı atıyorsun.’’
(s18)
* Aşk:
‘’Aşk denilen şey, çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir
kandırmaca mı gerçekten?’’ (s19)
‘’Aşkın bir de dayanışma, birbirini anlama, koruma, şefkat,
kader birliği etme gibi boyutları var.’’ (s486)
‘’Birbirini her an bırakmaya hazır gençlerin ağzından “Aşkım”
hitabı düşmüyor. Bütün bunlar aşkın artık eski anlamının kalmadığını, hatta
anlamsızlaştığını gösteriyor. ‘’ (s487)
*Bakkala sorulan
adres geleneği:
‘’Memleketin bir numaralı adres danışma merkezleri olan ve
her sokakta mutlaka bir tane bulunan bakkala danışmaktan başka çarem kalmamıştı artık.’’ (s334)
*Kahve geleneği:
‘’Dünyanın değişik
yerlerin de yaşayan, birbirinden farklı özellikteki milyarlarca insan, aynı tür
yiyecek ve içecekleri sevmeli, aynı tarz giysileri almalı, bunun için de aynı
tarz bir hayat yaşamalıydı. Böylece uluslarüstü büyük firmalar, ürünlerini dünyanın her yerinde satabilirdi. Belki de
daha korkuncu, bu sistemin yerel kültürleri yok ediyor oluşuydu.’’ (s336)
(Uluslar arası kahve zincirlerine taşlama fikri aklıma
Starbucks’ı getirdi. Müdavini olduğum
bu kafe zinciri için hislerim çok pozitif olmasına rağmen Türk kahvelerinin içilmesi geleneğini canlı tutma
fikrine de canı gönülden katılıyorum.)
*Dilbilim:
-Bolu için etimoloji:
‘’Aynen Bolu gibi. Bolu, İnebolu, Tirebolu, Safranbolu
kasabaları, aslında poli yani Rumca “şehir” kelimesinden geliyor.’’ (s333)
-Roman boyunca çeşitli
İngilizce sözcükler kullanılıyor ve İngilizcenin lisanımızdaki etkisi ortaya çıkıyor:
-Boyfriend
(s12)
-Welcoome –
Old man, old car (s22)
-Jet Lag
(s23)
-Old man,
old car (s33)
-What’s up
honey? (s49)
-Trendy
(s67)
-Good morning
(s102)
-Bye (s136)
-Bye – Take
care yourself – I’ll call you back (s137)
-Bedroom
(s138)
-Black Tie (s162)
-Evening
wear (s163)
-Space-saver
(s187)
-What’s your
name? (s195)
-Yuppie
(s264)
-Winner
(s266)
-Playboy
(s382)
-İngilizce
öğrenirken klasik ‘Mr. and Mrs.Brown’ kullanımına takılma:
‘’Mr. and Mrs. Brown went to the seaside.’’ (s169)
-Almanca sözcükler:
-Fraulein
(s103)
-Rusça sözcükler:
-Pajalsta
(s194)
-Fransızca Sözcükler:
-Nouveau
(s266)
-Kitaplarda geçen
deyimler:
‘’Her şerden
bir hayır doğar!’’ (s72)
*Cinsellik:
‘’Her zaman yaptığı gibi sırıttı ve göğüslerime baktı. Pek
çok erkek bunu çaktırmadan yapardı ama genel sekreter belli ederek bakmaktan
zevk alıyordu.’’ (s163)
*Günümüzde esmer
saçlı Türk bayanların sarışın olmaya özentileri ve eleştirisi:
‘’Galiba aralarındaki tek siyah saçlı kadın bendim.’’ (s164)
*İngilizler:
‘’İngilizlerin dışı mutlu, içi mutsuzdur.’’ (s169)
*Kitap İstanbul için
rehber görevi de görüyor:
-Pera Palas Oteli
& İstanbul Üniversitesi:
‘’İstanbul’da birçok eski binanın yıkıldığını okumuştum. Pera
Palas kendini kurtarabilenlerden.’’ (s24)
‘’Üniversite kapısı gerçekten de göz alıcı bir mimariyle
yapılmış, üzerinde altın varak yazılar olan, nefes kesici bir yapıttı.’’ (s47)
-Notre Dame De Sion
Lisesinin kuruluşu:
‘’Thedore Ratisbonne adlı bir Yahudi, felsefe yoluyla
Hıristiyanlığa ulaşmış, rahip olmuş, 1850 yılında da Paris’te Notre Dame de
Sion’u kurmuştu.’’ (s297)
-İstiklal Caddesi:
-İstiklal Caddesi:
‘’ İstiklal Caddesi’nde yürürken hiç kimse başını kaldırıp, o
muazzam binaları süsleyen heykellere bakmıyordu.’’ (s347)
-Orahayim Hastanesi:
-Orahayim Hastanesi:
“Beni Haliç’e götürür müsünüz?” dedim. “Or-Ahayim
Hastanesi’ne” (s348)
-Pembe Melekler:
-Pembe Melekler:
“Pembe Melekler” dedi. Sonra Pembe Melekler’in tamamen
gönüllü olarak çalışan, hastalara yardım eden hanımlar olduğunu anlattı. Gece
gündüz demeden büyük bir özveriyle çalışıyorlardı.’’ (s349)
*İktidar ve Devlet
yönetimi:
-İktidar:
-İktidar:
“İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar,
zalim yapar.” (s231)
“Hiçbir iktidar masum
değildir.” (s315)
‘’İnsan toplumları devlet otoritesi olmadan yaşayamaz.’’
(s434)
-Halkın örgütlenmesiyle
başarı elde edilmesi:
“Çünkü halk ancak
örgütlü olduğu zaman etkili olabilir. Yoksa tek tek insanlar, zorbalık
karşısında sinerler.” (s245)
*Gazali’nin bilgi
konusundaki hikayesi:
‘’Ama yolda kervanı haramiler soyuyor ve herkesin altınını,
gümüşünü alıyorlar. Gazali’nin de bir tek torbası var. Torba da gidiyor. Herkes
kaderine razı olmuşken Gazali haramileri aramaya başlıyor. Aylarca aradıktan
sora haramilerin saklandığı mağarayı buluyor ve torbasını geri istiyor.
Nöbetçiler bu deli çocuğu öldürmeye hazırlanırken Haramibaşı gürültüyü duyuyor
ve neler olduğunu soruyor. Bir deli oğlanın geldiğini ve torbam da torbam diye
tutturduğunu söylüyorlar. Haramibaşı ‘Gönderin şu çocuğu bana’ diyor. Sonra ona
‘Evladım, herkesin servetini aldık, ses çıkaran olmadı. Senin torbanda
bunlardan daha kıymetli ne olabilir ki canını tehlikeye atıp buralara geldin?’
diye soruyor. Gazali ‘Benim yüküm onlardan daha değerli’ diyor. ‘Çünkü içinde
Bağdat’taki hocamın ders notları vardı.’ Haramibaşı adamlarına ‘Verin şu
çocuğun torbasını’ diye emrediyor.
‘Karnını doyurup yola çıkarın.’ Sonra da Gazali’ye dönüyor. ‘Ders
notlarını iade ediyorum delikanlı,’ diyor. ‘ama alim olmak istiyorsan bir şeyi
unutma.’ Gazali Nedir o? Diye soruyor. Haramibaşı diyor ki: ‘Senden çalınan
bilgi senin değildir.’ (s239-240)
*Alman profesörlerin
Nazi döneminden kaçmak için Türkiye’ye eğitime gelmesiyle ilgili Atatürk’ün
amacı:
‘’Atatürk ülkeyi süratle Batılaştırmak istiyordu. Bu görevi
Alman profesör üstlendi. Ülkenin elit kesimin eğitip, kuşaktan kuşağa aktarılacak
bir gelenek oluşturdular.’’ (s242)
*Zeka ile kurnazlık:
‘’Galiba zeka ile kurnazlık ters orantılı. Biri azalırsa
öbürü artıyor.’’ (s25)
*Hünkar beğendi yemeği:
‘’Sultan Aziz’in
konuğu olarak İstanbul’a gelen Fransa İmparatoriçesi Eugenie çok beğendiği için
bu ismi almış olduğunu profesöre anlatmak geldi içimden.’’ (s53)
*Olgunlaşmak:
''Fyodor Dostoyevski, insanın ancak acı
çekerek olgunlaşacağını söyler.’’ (s55)
*Evlilik:
''Evliliğin bir yuva kurmak ve bir
hayatı paylaşmak için özgürlükten vazgeçmek olduğunu biliyor muydun?’’ (s98)
*Türk erkeklerin
sinirli olmaları ve özgüveni:
‘’Türk erkeklerinin bir numaralı özelliği sinirlenince hız
yapmalarıdır.’’ (s99)
‘’Türk erkekleri önce annelerinden babalarından dayak yiyerek
yetişiyor, çocuk yaşta cinsel organlarının ucunun usturayla kesilmesiyle cinsel
bir travmaya uğruyor, sonra okulda, askerde, maçta dayak yiyip duruyorlardı. Bu
da özgüven diye bir şey bırakmıyordu onlarda. Çoğu, saldırganlığı, kendinden
güçsüz olanı ezmeyi seçiyordu.’’ (s210)
*Mücevher takmanın
kadını iyi hissettirmesine dair:
‘’Gergedanlığın beni sihirli bir değişime uğrattığını
hissediyordum.’’ (s65)
*Yolculuk:
‘’Her yolculuk bir kader birliğidir.’’ (s101)
*Yazarlık:
‘’Hemingway de en hızlı devam edeceği noktada ara verirmiş
yazmaya.’’ (s102)
*Karadeniz’in yüzmek
için tehlikeli olması:
‘’Karadeniz tehlikeliydi her yaz boğulma vakaları olurdu,
çünkü dalgalar yüzenlerin ayaklarının altındaki kumu birden oyar ve uçurumlar
meydana getirirdi.’’ (s104)
*Askerlik Mantığı:
‘’Düşünmekten daha önemlisinin itaat etmek olduğu
öğretiliyordu. Adımları kadar sözleri, selamlaşmaları, düşünceleri de
birbiriyle aynı olan insanlar yetiştirmekti amaç. Bu durumda, insanların
özellikleri birbiriyle aynı olacağı için, herkese ancak omuzlarındaki ve
kollarındaki işaret kadar değer veriliyordu. Bu makineye bir taraftan insan
giriyor, öteki taraftan asker çıkıyordu.’’ (s139)
*Sessizlik:
‘’Konuşacak şey bulamayan insanların arasındaki o boğucu
sessizlik çöktü odaya.’’ (s157)
*Ergenlik Çağı:
‘’Yatağını yaparken çarşaftaki lekeler gözüme ilişti.
Bunların ne olduğunu biliyordum elbette. Hayal gücü internetteki onca cinsel
fanteziyle pompalanan ergenlik çağında bir çocuğun normal bir fonksiyonuydu ama
yine de iğrendim.’’ (s211)
*Son dönemlerde çok
kitabın piyasaya çıkması:
‘’Ama yeni çıkan Türkçe kitap o kadar çoktu ki bunları değil
okumak, izlemek bile imkansızdı.’’ (s213)
*Bilgi:
‘’Bilgi ne garip bir şeydi. Şişede hapsedilmiş bir cin gibi
yıllarca duruyor, senin gelip kapağını açacağın günü bekliyordu.’’ (s213)
*Romanda geçen Şiirler
az da olsa romana renk katıyor:
‘’Geçer gider yeryüzünde
En güzel nimetler bile,
Zaman sınırlarını aşan
düşüncelerimizle,
Bir tek o vardır, o kalır sonsuzluğa.’’
(s215)
‘’Sevda sevda derler behey yarenler
Bilmeyene bir acayip hal olur.’’ (s487)
*Nazi dönemindeki
kristal gecesi:
‘’Saldırılar sonunda Yahudilere ait binlerce işyeri
yağmalandı, yüzlerce insan yaralandı. Ve 91 Yahudi öldürüldü. “Kristallnacht”
adı verilen bu gecenin sonunda doğan güneş ve çıkan yangınların alevi,
yerlerdeki kırılan camlardan yansıyor ve kristal gibi parlıyordu. Zaten
“Kristal Gece” anlamına gelen adı da bu nedenle verilmişti. Bu korkunç geceye.’’
(s285)
*Türk köylüsünün çömelerek
oturma alışkanlığı:
‘’O da bahçedeki Anadolu köylüleri gibi çömelmeyi denedi ama
birkaç dakika içinde bacaklarına sancılar girdi. Nasıl o durumda saatlerce,
hatta günlerce oturabildiklerini bir türlü anlayamıyordu. Galiba, Türk
köylüsünü dünyanın diğer halklarından ayıran en önemli özellik buydu.’’ (s306)
*Huzurevin de
yaşlılığın zorluluğu:
‘’Yaşlılıkta, çoğu durumda, beden ve zihin aynı zamanda
çökmüyordu. Genellikle bunlardan biri daha genç kalıyordu. Hangisinin önce
çökmesi daha iyidir gibi trajik bir sorunun cevabını bugün tam olarak
öğrenmiştim: Önce zihin çökerse insan daha mutlu ölürdü.’’ (s346)
*İstanbul kar
altındayken:
‘’İstanbul kar altında tam bir masal şehrine dönerdi.
Camiler, kiliseler, sinagoglar, Boğaz köprüleri beyaza bürünür, hava hafif bir
sisle dalgalanırdı. Böyle havalarda Boğaz’ın mavi suları camgöbeği yeşile
dönüşürdü. Şimdi de şehir hızla beyaz giysisini giyiyordu. Babaannemi
hatırladım yine. Kar Anadolu’nun yorganıydı ama İstanbul’un da beyaz masal
peleriniydi.’’ (s346)
*Taksilerin inadına
yolcu almaması:
‘’Hiçbiri durmadı. Boş olanlar bile, kimsenin binmediği
günlerin acısını çıkarmak istermişçesine önümden ağır ağır sürerek
geçiyorlardı. Ama yine de yol kenarında bekleyen yolculara karşı gücün tadını çıkarır
gibi bir halleri vardı.’’ (s350)
*Basın:
“Sayfa editörü böyle uygun görmüş!” dedi. “Ben küçük bir
muhabirim. İstedikleri haberi getiririm, nasıl yayımlayacaklarını onlar karar
verirler.” (s371)
“Burası öyle bir ülke ki, en büyük skandallar bile bir
haftada unutulup gidiyor. Emin ol, kimse hatırlamayacak bile.” (s372)
‘’Basın ne güçlü bir şeydi Tanrım. İnsanı ipe de götürürdü, cennete
de.’’ (s385)
*Hukuk sistemi
eleştirisi:
“Buna gelene kadar ne haksızlıklar oluyor bu ülkede. Adam
öldürenler serbest bırakılıyor, tecavüz edenler bir iki sene yatıp çıkıyor.
Haksızlık mı ararsın! Bu seninki çok küçük bir olay. İnan bana” (s372)
“Bak” dedi. “Diyelim ki avukatla konuştuk. O da bir tekzip
metni hazırladı. Mahkemeye gidecek, alınabilinirse tekzip kararı alınacak,
gazete istere bunu basacak.” “Nasıl isterse?” “Yüz gün bekletme hakkı var. Ayrıca
yayımlamasa bile bir şey olmaz. Biraz para cezası öder. Diyelim ki yayımlandı.
Sen aylar sonra olayı tekrar hatırlatmış, gündeme getirmiş olacaksın.”
“Peki,hakaret ve tazminat davası?” (s380)
“Bu ülkede en basit dava beş yıl sürüyor. Sonra bir de Yargıtay
safhası var. Dosya birkaç yıl da orada bekliyor. Eğer bozulursa her şey yeniden
başlıyor. Beş on yıl sonra davayı kazansan ne olur, kazanmasan ne olur!
Durum gerçekten bu kadar çaresiz mi?
‘Evet!’ dedi. ‘Ne yazık ki böyle. Hukuk sistemi tıkandı, işlemiyor.
Bu yüzden, gel bu işlerden vazgeç. Yıpranırsın, üzülürsün, her mahkemeye
gidişin, haberin tazelenmesine yol açar.”
(s381)
*Antakya’da cenaze
geleneği:
‘’Antakya’da anneannem öldüğü zaman komşular bir ay evde
yemek pişmesine izin verememişlerdi. Her bir komşu sırayla ziyafet sofraları
kurmuştu. Yemek hep “ölmüşlerin ruhu için” yeniyordu. Sanki o ruhlar, besinlerden
yararlanacakmış gibi.’’ (s379)
*Duş almanın terapi
etkisi:
‘’Tepemden aşağı boşan sıcaklığı hissetmek kadar iyi gelen
hiçbir şey yok.’’ (s391)
*Eski siyah-beyaz
fotoğraflar:
‘’Eski siyah beyaz fotoğrafları daha çok seviyordum. Sanki o
resimlerde insanların yüzündeki ifade daha dramatik, ışık ve gölgeler çok daha
ustaydı.’’ (s392)
*Maya’nın üç kadınla
rühani özdeşleşmesi; Anneannesi, Babaannesi, Nadia ile:
‘’Böylece acılarını ve mücadelelerini etimde kemiğimde
hissettiğim üç kadınla bütünleşmiş olacaktık. Tarih bu üç kadının çığlığını
boğmuş, benimkini de boğmaya çalışmıştı. Ama ben onların sessiz çığlıklarını
yükseltecektim. Hem Maya, hem Ayşe, hem Mari, hem daha resmini bile görmediğim
Nadia idim. Hem Müslüman, hem Yahudi, hem Katolik’tim. Yani insandım. İçim
içime sığmıyordu.’’ (s393)
‘’Üç kadın ve üç isim diye düşündüm. Maya, Ayşe olmuştu.
Mari, Semahat olmuştu. Nadia Deborah olmuştu.’’ (s429)
*İtalya’daki
mezarlık hikayesi:
“Burası özel bir mezarlıktır” demiş. “Buraya gömülen insanlar
mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu olduklar günleri
yazarlar. Kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52’yi geçen çıkmadı daha.”
(s405)
*Shakespeare’a atıf
herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor:
“Her insan kendi hayatının başrolünde oynuyor.” (s406)
*Alman Disiplini:
‘’Disiplinin hayatı düzenleyen, serbest zamanı artıran
başkalarına engel olmadan serbestçe yaşamanın yolunu açan bir şey olduğunu
anlatırdı.’’ (s413)
*Kötümser ile
iyimserin hikayesi:
“Kötümser, ‘işler daha kötü olamaz’ diye feryat ederken,
iyimser, ‘Olabilir, daha kötü de olabilir’ demiş.’’ (s430)
*Her şeyin yanlış
olduğuna dair Hz. Yusuf ile ilgili anlatılan hikaye komik:
“Hangi yanlışını düzelteyim birader!” demiş. “ Bir kere
evliya değil, peygamber, bacıları değil erkek kardeşleri, göle değil kuyuya
attılar, anası değil kervancılar kurtardı.” (s437)
*Hikayecilik –
yazarlık:
‘’Onların başına gelenleri anlatmaya karar verdim. Çünkü
ancak hikayesi anlatılan insanlar var oluyordu.’’ (s481)
‘’Kafamda o kadar çok roman konusu var ki zaten hepsini
yazmaya yetişemem.’’ (s488)
*1970’lerde Alman
televizyonun kendi halkına Nazi dönemiyle ve soykırım aksiyonları ile ilgili
görüntüleri izletmesi, insanların gözyaşı dökmeleri:
‘’Holocaust adlı bir dizi çekildiğini ve bu dizinin Alman
televizyonlarında gösterildiğini okumuştum. Alman halkı televizyonlarının
başına geçerek diziyi izlemiş ve gözyaşı dökmüştü. Böylece anlatılmayan,
konuşulmayan acı gerçek, bir televizyon dizisi sayesinde bilince çıkarılmıştı.
Çok önemli bir şeydi bu. Almanların kendilerini bu kadar kötü gösteren bir
diziyi göstermeleri alkışlanacak bir durumdu doğrusu.’’ (s449)
*Nadia ve Max’ın Struma – Boğaziçi arasında birbirine el salladıkları çok duygulu sahne:
‘’Nadia, Max’a önce el salladı, sonra öpücük yolladı. Onun da elinde dürbün belirdi. Acaba mektubu götürenler mi dürbün bulmasına yardımcıolmuşlardı? Yoksa gemiden mi bulmuştu? Max, elini havaya kaldırıp sallamaya başladı. Öpücükler yolladı. “Seni seviyorum!” diye haykırdı. Evet, Nadia onu kesin görmüştü. O da el sallıyordu.’’ (s317)
*Struma’nın
balıkçıların avlanmalarının engellemesi:
‘’Struma’nın battığı yerde balıkçıların ağları hep bir gemiye
takılırmış. Yöredeki ballıkçılar buna “Yahudi Gemisi” adını takmışlar.’’ (s451)
*Struma olayının suçluları olan devletler:
“Struma, İngiltere, Rusya, Türkiye, Almanya, Romanya devletlerinin ortak suçu” (s433)
*Struma gemisinin fiyaskosu ve organize edenlerin dolandırılıcığı:
‘’1941’de Romaya’nın Yaş şehrinde 4.000 Yahudi öldürülünce bütün Yahudiler ülkeden kaçış yolları aramaya başladılar. O sırada gazetelerde resimli ilanlar çıktı. Köstence limanından ayrılacak olan“lüks Struma gemisi” Filistin’e gidiyordu. İlanlarda Queen Mary gemisinin lüks salonlarını, kamaralarını gösteren resimler kullanmışlardı.
Struma’yı gören yolcular dehşete düştüler. Geminin harap halde olduğunu gören yolcular itiraz edince gemi sahipleri, esas geminin Romanya karasularının dışında beklediğini söyleyerek sakinleştirdiler. Ama bunun doğru olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılacaktı.’’ (s313-314)
*Bodrum’da her köyde
farklı bir günde pazar kurulması geleneği:
‘’Bodrum Yarımadası’nda oturanların en büyük eğlencesinin
pazara gitmek olduğunu biliyordum. Her gün bir yerde sebze, meyve ve bez pazarı
kuruluyordu.’’ (s424)
*Amerika’dan gelen
uçağın okyanusu geçtikten sonra kara üstünden uçarken insanların rahatlık
hissetmeleri:
‘’Herkes sabırsız, çünkü ekrandaki haritalarda uçağın
okyanusu geçtiği ve Amerika kıtasının üstünde uçmaya başladığı görülüyor. Bunun
neden bir rahatlama sağladığını bilmiyorum ama denizin değil de anakaranın
üstünde uçtuğunu bilmenin insanlarda tuhaf bir etkisi oluyor.’’ (s443)
*Rüzgar sayfaları
çevirmesin diye kumsaldan taş alması bana Barnes Nobles’dan aldığım ağırlık
tutacağı hatırlattı:
‘’Rüzgarın sayfaları çevirip durmasına engel olmak için, açık
kitabın sayfalarına deniz kıyısından aldığım, içinde lacivert benekleri olan
çok güzel, yeşil taş yerleştirmiştim.’’ (s444)
(Ben de Amerika’da Brookstone Mağazası’ndan benzer sayfa
üzerine koymak için bir ağırlık almıştım, halen de kullanırım.)
*Uçak alçalmaya
başladığında Maya’nın yazı yazmayı bırakmak zorunda kalması ve romanın adeta
yarım kalması iyi bir buluş:
‘’Aceleyle bazı kelimeleri yanlış yazdığımın farkındayım… ama
hostes başımda//*! Ayrılımıyo…’’ (s455)
*Konuşmacının
salonda oluşan sessizliği tecrübe edip kullanması:
‘’Çok sessiz bir ortamda konuşmak, insana sözlerin değerinin
yüksek olduğu duygusunu veriyordu. Bu nedenle miydi bilmiyorum, sesimin biraz
titrediğini hissediyordum.’’ (s472)
*Benzer milletleri
ön yargıyla kabul etmek:
‘’Çünkü biz nasıl Nijeryalıyı Senegalliden, Maliliyi
Namibyalıdan ayıramıyorsak, Afrikalı deyip geçiyorsak; nasıl Koreli, Çinli,
Kamboçyalı ayrımı yapmadan hepsine Uzakdoğulu diyorsak; Batılılar da Türk,
Arap, İranlı, Afgan diye ayırmadan hepimize kısaca Müslüman diyor ve aynı
kültüre sahip olduğumuzu sanıyorlardı.’’ (s473)
*Cücelerin bu fiziki
yapılarından dolayı toplama kamplarının gaz odalarından kurtulması:
‘’Ataları herhalde cüce doğdukları için kaderlerine lanet
okumuşlardı ama o sayede de hayatta kalmayı başarmışlardı. Yoksa normal boydaki
diğerleri gibi gaz odalarında öleceklerdi.’’ (s421)
*Wagner’la ilgili
başına gelenlerden dolayı Maya’nın oğlu Kerem ile arasının düzelmesi ve
tesadüflerin insanı düşündürmesi:
‘’Hayat ne garip şeydi. Benim işten atılmama sebep olan bir
rezalet oğlumu mutlu ediyor, ilişkimizi düzeltiyordu. Aynen cüce doğmak
bahtsızlığına uğradıkları için ölümden kurtulan Ovitz ailesi gibi.’’ (s441)
*Kitabın sonunda Şile’deki Black Sea Motel’deki adamın Azrail
olduğunu söylemesi romanın mistik bir şekilde bitmesini sağladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder