Okuduğum
Tarih: Ekim 2011
Tahir’in
güçlü bir romanı daha… Keyifle okudum ve bir çok şey öğrendim.
Marangoz
Mahir Efendi, Abdülhamid’in hususi marangozlarındandır ve çok saygı
görmektedir. Evlenmeye karar verince yine sarayın cariyelerinden bakire Canseza
ile başgöz edilince geriye bir tek ev edinmek kalır ki onu da sarayın ve Padişahın
yardımıyla ve izniyle Vezneciler’de kagir bir ev alarak tamamlarlar. Bu eve
geçişleri de olaylı olur. Çünkü bir binbaşı da evle ilgilendiği için Mahir
Efendi ev için bir nevi onunla savaşmak zorunda kalır. Evi de aslında karısının
üzerine tapulandırması gerekirken son anda ataerkil toplum baskısıyla kendi
üzerine çevirir.
Meşrutiyetin
ilanıyla Abdülhamit tahttan indirilince Mahir Efendi’nin Yıldız Sarayı’ndaki
işi sona erer ve emekliye sevkedilir, o da eviyle ilgilenir arada da oğlu Murat
dünyaya gelir.
Mahir Efendi
mesleğine bir marangozluk dükkanında devam ederken savaş çıkınca Balkan ve
Çanakkale’de asker olur. Savaştan dönünce bu sefer yeni yönetimle evine büyük
bir vergi çıkınca evi devlete iade etmemek için Hayriye isimli bir hanımdan
faiz ödemek şartıyla borç almak zorunda kalır. O zaman evi eşinin üstüne
yaptırmamış olmasının cezasını çektiğini anlar ve pişman olur. Hayriye Hanıma
da borç ödeyebilmek için evlerini kiraya verip daha küçük bir eve, Kasımpaşa’ya
taşınırlar.
Bu arada
yabancı milletlerin işgaline karşı Mahir Efendi de gizli faaliyetlere katılır
ve sonunda Anadolu’ya geçerek aradaki bazı köylere büyük faydası dokunur. Arkasından
ailesini de yanına aldırtır, bu arada ikinci oğlu Cemal dünyaya gelir.
Anadolu’da önce Nazilli’de, sonra Burdur’da (hastanede) yaşarlar ve savaştan
dönen perişan Türk askerlerinin durumlarına şahit olurlar, bir yandan da
savaştan istifade eden çıkarcılarla uğraşırlar. Oradan Aydın’a geçerler. Sonra
İstanbul’a döndüklerinde Kasımpaşa’daki oturdukları evin tümden çıkan mahalle
yangınında yandığını öğrenince çok zor durumda kalırlar. Mahir Efendi yine de
kalan tüm borcunu Hayriye Hanım’a öder ve kendi evlerinden aldıkları kiralarla
hayatlarına devam ederler.
Bir gün bir
Fransız subayının yanında Türk kadın gören Mahir Efendi, ikisini de vurup
öldürür. Sonra tekrar Anadolu’ya oradan da Ankara’ya geçer. Ankara’da bir süre
kaldıktan sonra büyük Kurtuluş Savaşı’na katılır ve bölüğünde tüm gücüyle
savaşır.
Savaş
sırasında Selami isimli bir subayla ahbap olur, Selami kollarında ölür. Mahir
Efendi de başından ve kolundan yaralanınca hastaneye kaldırılır. Orada
gözlerini kaybeden bir subayla ahbap ve dert ortağı olurlar.
Arkasından
Mahir Efendi İstiklal Madalyası ile ödüllendirilip İstanbul’a evine döner ve
mutlaka Selami’nin vasiyetini yerine getirmek ve Selami’nin isteği
doğrultusunda oğlu Murat’la
Selami ’nin kızı Ayşe’yi tanıştırmak için onların evini
araştırıp ziyarete gider ve karşısında fakir ve mülayim bir aile beklerken, bir
büyük konak ve Abdülhamit yanlısı paşa ailesi görünce çok şaşırır. Yine de
görevini yapar ve Murat ile Ayşe arkadaş olurlar.
Mahir Efendi
İstanbul’a alışırken bir gün çıkan bir yangın yüzünden Vezneciler’deki evini
kurtarmak için gittiğinde alevlerin içine atılıp kendi başına söndürmeye kalkar
ve damdan düşerek çok kötü yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Karısı Canseza
hastanede başucuna geldiğinde ondan evlerinin tümden yandığını öğrenince
karısına tez elden marangozluk takımını hazırlamasını söyler ama bunlar son
sözleridir hemen arkasından vefat eder.
GÖZLEMLERİM:
*Filmi
çevrilecek kadar akıcı ve anlamlı bir roman. Hikayenin sonunda Marangoz Mahir
Efendi’nin vefat edeceğini beklemediğim için şaşırdım, hatta üzüldüm de.
*Mahir
Efendi’nin Vezneciler’deki kagir ev için onca çaba sarfetmesi o dönemde ev
sahibi olmanın zorluklarını ve değerini anlatıyor bize.
*Kahramanın
Kurtuluş Savaşı’na katkı için yaptıkları heyecan vericiydi. İnsanın
milliyetçilik duygularını kamçılayan ve bir yandan da romanın heyecanını
artıran maceraları okuduk.
*Zamanın
mahalle süpüren büyük yangınlarından biri -Allah korusun!-yaşamışçasına romanda
anlatılıyor. Nitekim bu yangın Mahir Efendi’nin de yaşamına mal olacaktır.
Semtlerin evlerinin neredeyse hepsinin ahşap inşa edilmesinin sonucu olarak
yangınlar başladığında semt sakinlerinin hiç umudunun olmaması anlaşılabilir
bir durum, yine de ellerinden gelen var güçle bu yangınları söndürmeye gayret
ediyorlar.
*Romanda geçen şiirler havayı hem
yumuşatıyor hem de anlamlaştırıyor:
“Kapılar
kalındır, komşuları hanımdır,
Esef etme
sevdiceğim, Eda benim canımdır.
Sevdiceğim
aman Allah! Yosmacığım aman Allah!
Şıkır şıkır
şıkırdama sen bana gel!
Aaaah! Oooof!
Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!” (s8)
“Karga da
seni tutarım aman!
Kanadını
yolarım aman
Yelpazeler
yaparım aman!
Hanımlara
satarım aman! E, E, E!...” (s67)
“Ben yolculuk
etmeyi sevmem tek başıma
Bir ikindi
vakti can yoldaşıma
Dedim ki:
Geldik. –Dedim ki: Bak!
Gülmeğe
başladı bir adım geride ağlayan toprak” (s319)
“Baki kalan
bu kubbede bir hoş sada imiş…” (s390)
“Neyleyim
takdire tedbir uymuyor” (s392)
“Bin atlı
akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o
gün dev gibi bir orduyu yendik” (s393)
“Seçin ağalar
seçin!
Koç yiğit
olana kefenler biçin!
Yeğin atlar
besledik kara gün için
Binip dizgin
etmemize ne kaldı?” (s434)
“Öküz aldı
koşamadı,
Yiğit oldu
yaşamadı,
Namusuma zor
geliyor,
Kız o, seni
boşamadı.
Ayva ile nar
istiyor,
Yandı yürek
kar istiyor.
Tez gel Hacı
Bey’im tez gel,
Küçük karın
er istiyor.” (434)
“Elimin
emeği, gözümün bebeği yar,
Mihnet ile
kazandım, soframın ekmeği yar.” (s445)
“Bir mendil
işle yolla!
Ucun gümüşle
yolla.
İçine beş
elma koy,
Birini dişle
yolla!” (s446)
“Gamından
derde düştüm kılmadın tedbirü dermanım,
Ne dersin
rüzgarım, böyle mi geçsin güzel canım,
Gözüm, canım,
efendim, sevdiğim, devletli sultanım!..” (s499)
“Derdin sana
nale ile izhal etmez.
Feryadına hiç
kimsenin yetmezsin!
Feryad ki
feryad sana kar etmez.” (s505)
“Müjganımı ey
şem’-i Güher bar etme,
Pinhanda gamı
aleme izhar etme,
Aşk ehline
zulümdür vefa eylememek,
Zinhar bu
zulmü zinhar etme!” (s505)
*Harem geleneği, yaşayışı, gelenekleri
her zaman okuyucunun gözünde gizemini korumakta. Orada neler oluyor, içeride
yaşayan kadınlar o kadar güzeller mi, Padişah’ın bu hanımlarla ilişkisi ne
boyutta gibi sorular baki:
“…yol
halılarından başka bir yere bakmadan harem bahçesine çıktı.” (s11)
“Harem adabı
üzre sırtlarını binaya dönüp çömelmişlerdi.” (s11)
“Onlar hareme
girerken mahsustan öyle giyiniyorlar. Senin gibi budalalar aşık olmasın diye…” (s49)
*Haremde karpuz hikayesi harem
hanımlarının toplumdan ne kadar izole yaşadıklarının bir yerde acı bir ifadesi:
“Duyduğuma
göre karpuzu kabuğuyla beraber uzun müddet görmemişsiniz de, sonunda efendimiz
bunu duyup içeriye kabuklu karpuz verilmesini irade edince bayram etmişsiniz.” (s53)
*Abdülhamit’in yaptırdığı gizli kapı
haremi ve dolayısıyla padişahların yaşadıkları sarayları gözümüzde maceralı ve
gizemli bir hale sokuyor, merakımızı cezbediyor, aklımıza türlü türlü iyi-kötü
fikirler sokuyor:
“Günlerden
bir gün efendimiz, altı köşeli salonuna bir gizli kapı yapılmasını ferman
etmişti. Gizli kapı yaptırmayı nedense pek seviyordu.” (s14)
*Askerlik geleneği ve savaş insanların
hayatlarının bir parçası olduğu için vatandaşların doğal olarak tepkileri de bu
şekilde filizlenmiş:
“Askere gidip
üç sene mektubu gelmeyen adamın “şehit” (!) olduğu, karısının dilerse
evlenebileceği” (s19)
“Arada sırada
asker kaçaklarını asıyorlardı” (s168)
“Asker demek
ne demek? Bir abam var atarım, nerde olsa yatarım” (s227)
“Galiba her
zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve
kocaman, hayasız yalanlar var.” (s382)
“-Buyur.
-Evin var mı?
-Evin var mı?
-Ne evi?
-Bayağı…Başını
sokacak bir ev…
-Çocuk musun Mahir Efendi? Bu anda galiba vatanım bile yok…” (s396)
-Çocuk musun Mahir Efendi? Bu anda galiba vatanım bile yok…” (s396)
“İnsanların
neye boğuştuklarını anlamaktan ziyade nasıl olup da senelerce
boğuşturulduklarına akıl erdirmek müşküldü.” (s214)
*Canı sıkılmak:
“Can
sıkılması, kaybedilmiş bir şeyin hasretinden ibaret olsa gerekti.” (s36)
*Mahalle bekçisi geleneği o dönemde
insanların kendilerini evlerinde güvende hissetmeleri açısından faydalı bir
uygulamaymış, bugün belki de bekçilerin yerlerini hırsıza karşı elektronik
alarm sistemleri almış durumda:
“Bir de
mahalle bekçisi… Geceleri herkes uyurken sopasını taşlara vurarak dolaşan fakir
adam…” (s47)
*Evlilik üzerine yapılan yorumlar
aklıma Oscar Wilde’ın evlilik üzerine olan fikirlerini getiriyor, Kemal Tahir,
Wilde okumuş olabilir mi?
“Oğlum,
evlenmek bal dolu bir kavanoza benzer. İçindeki sinekler dışarı çıkmak
isterler, dışarıdaki sinekler içeri girmek… Anladın mı?” (s51)
“Galiba o
zamanlar nikahta hakikaten keramet vardı(!)” (s56)
“Erkek kısmı
kırk senede bir kere karı sözü dinleyecek. Ben de işte senin sözünü dinliyorum.
Şu duvara yaz… Tam kırk sene sonra bir sözünü daha tutacağım…” (s60)
“Kadın kaç
paralık şeydi ki evin iki direği mutlaka üstüne çevrilmeliydi!” (s62)
“Eve yorgun
argın, somurtkan döndüğü bir akşam, terliklerini, gecelik entarisini hazırlayıp
kocasının ayaklarını yıkadıktan sonra…” (s64)
“Erkek her
zaman haklıydı.” (s101)
“Çünkü
kusurun erkekte olduğunu, kadın başkasına varıp çocuk dahi doğursa kabul etmek
yoktur.” (s103)
“Galiba, sahici
büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Burdurlular
düğünlerde geline adeta işkence ediyorlardı. Kızcağız gözlerini kaldırıp
etrafına bakmasın diye, üst gözkapaklarına altın pullar yapıştırılıyor, eğer
ailede yoksa, ince kangalları, beşibirlik dizisi, taç kiralanıp biçare kız,
“Perşenk” haline getiriliyordu. Bu yüklenmiş haline acımadanbir iskemle üzerine
çıkarıp ayakta tutuyorlar, zorla ağlatmak için ne kadar acıklı mani, koşma
varsa söylüyorlardı.” (s181)
“Çerkezlerin
her misafir için –daha doğrusu misafir vesilesiyle bizzat kendi kendileri için-
derhal kuruverdikleri “Düğün”ün hiç değişmeyen malzemesi.” (s347)
“Evlenirse
karısından fazla güzellik aramasın,
-Neden?
-Neden?
-Çok güzel
kadınlar ekseriya, ahmak olurlar. Ahmak karıdan bir erkeğe hiçbir zarar
gelmeyebilir ama, güzelliğiyle mağrur olmayan kadınlar, başka meziyetlerle bu
noksanlarını kapatmak isteyeceklerinden işe yararlar. Daha iyi ana olurlar.” (s391)
“Dört karı
alma müsaadesi, cariyelerini istifraş etmek… Bunlar hep o kızgın güneşin,
baharlı yemeklerin marifeti değil de nedir?” (s436)
*Toplumda kadın-erkek ilişkileri:
“Kadınla
beraber arabaya binmek şiddetle yasaktı.” (s73)
“Kahveye
girmek teklifi harp içinde İstanbul’dan iki buçuk sene uzakta kalmış bir kadın
için en ağır hakaretlerdendi.” (s238)
*Aşk:
“Galiba,
sahici büyük aşklar, sonuna kadar güvenmekten ileri geliyorlar.” (s109)
“Akordeon,
tuhaf bir güzelliği olan uzun burunlu Abaza kızının yüreğindekileri, bir parça
nazlı, biraz şımarık, birçok da işveli sesiyle hikaye ediyordu.” (s351)
“Sonra onlar
daha avludan çıkmadan bir koşu, akordeonu aldı. Bu artık gece delikanlıları
oynatan, neşeli çalgı değildi. Körüklerinin içi, sanki ağzına kadar keder ve
hasret ve korkuyla doldurulmuştu. Iptidai insanın doludizgin hisleriyle
ağlıyordu. Mahir Efendi, yolun dönemecinde arkasına bakıp kızı son defa gördü.
Kapıya dayanmıştı. Hiç kimseden utanmaksızın aşkını ilan ediyordu. Zaten bu
hali ayıplamak da mümkün değildi.” (s352)
*Duvara resim asmak günah olduğundan
bulunan ilginç yol:
“Fotoğraf,
boru gibi bükülmüş olarak ya bir sandıkta muhafaza edilir, yahut da duvardaki
çivilerden birisine asılır.” (s111)
*I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı:
“Sırbistan’da
Avusturya-Macaristan veliahtının öldürüldüğü havadisi duyuldu. Sonra dünya,
kudurmuş gibi evvela birer birer, sonra ikişer üçer birbirlerinin gırtlağına
sarıldı.” (s137)
*Yalnız yaşamanın zararları:
“İnsanlar tek
başlarına yaşaya yaşaya canavar oluyorlar…” (s143)
*Sinemanın tanımı ne güzel verilmiş:
“Alman
gavurunun sinema diye bir şey icat ettiği söyleniyordu. Allah beterinden
saklasın! Perde üzerinde canlı insanlara olmadık habaset yaptırılıyormuş.
Muharebeyi bile perdeye çekmişler.” (s156)
*Saraylıların Anadolu’da yaşayan halkı
nasıl gördükleri:
“Laf arasında
o da diğer birçok İstanbullular, bilhassa saraylılar gibi “Kaba Türk” derdi.” (s162)
*Murat’ın ergenlik hisleri:
“Etini
gıcıklayan müphem bir şeyler hissetti ve ayıp olduğunu bildiğinden, gördüğünü
evde söylemedi.” (s170)
*Burdur gölü:
“Bir tepeyi
kıvrılınca Burdur gölü, toprakta unutulmuş büyük bir ayna gibi göründü.” (s173)
*Haşhaş:
“Çiçekler
döküldükten sonra kozalağını hususi bir bıçakla çizip bırakıyorlar, birkaç gün
geçince siyahlaşan usareyi topluyorlardı. Haşhaş tohumu kavrulup yeniyor,
bununla çörek yapılıyor, küspesi hayvanlara veriliyordu.” (s180-181)
*Zenginlik:
“Şeyhler
zengindir hanımcığım. Zengin olanlar, insanlara hiç acımazlar…” (s193)
*Hasta adam Osmanlı İmparatorluğu:
“İmparatorluk
darbeleri öldürecek yerlerinden yemişti. Bir düşerse kalkmak olmadığını
bildiğinden ayakta duruyor, daha doğrusu ayakta sallanıyordu. Vücudunun bütün
muvazenesi bozulmuştu. Artık çalınan hiçbir zilin cevap vereceği emin değildi.”
(s194)
“Padişahlık
Abdülhamit Efendimizle beraber öldü… Padişahlık dünyadan çekildi. Gölgesi
kaldı.” (s325)
*Bolşevikliğin tanımı:
“-Bolşeviklikte
ev borcu ödemek yok mu?
-Bolşeviklikte
o kadar büyük ev sahibi olmak yok.
-Üst katları
yıktırıyorlar mı?
-Hayır!
Hepsini elinden alıyorlar da sana münasip bir ev veriyorlar.
-Ben razı
olmam…
-Daha iyi ya…
O zaman kafanı koparırlar… Yallah!
-Rusya’da
böyle mi yaptılar?
-Böyle
yaptılar.” (s254)
*İstanbul’un işgali:
“İstanbul’da
yabancı bandıralar bir misli çoğalmış, kepazelik diz boyunu geçmişti. Kışlalar,
meyhaneler, kerhaneler, yabancı askerlerle, denizler yabancı gemilerle
doluydu.” (s302)
*Politika:
“Hem de
sıkışık sıralarda verilen vaatlerin kıymeti yoktur.” (s333)
“Hayvan
hayvanken tehlike sezince çobanın etrafında toplanır.” (s397)
*Abaza gelenekleri:
“Abaza
adetlerini bildiği için henüz evin büyüklerini görmediğine şaşmıyordu.
Yaşlıların yanında, oturmak, cigara içmek ayıp olduğundan misafirleri rahatsız
etmek istemiyorlardı.” (s345)
*Zafer üzerine ilginç bir gözlem:
“Galiba her
zaferin başında böyle yalınayaklar, bitten harap olmuş deriler, aç mideler ve
kocaman, hayasız yalanlar var.” (s383)
*Eğitim:
“Mektep,
insanı adam etmez. Adam olma yollarını gösterir… Marifet mektepten sonrasını
başarmakta…” (s407)
*Mutluluk:
“İnsanlar
saadetleri kaybettikten sonra idrak ederlermiş.” (s408)
*Borçlanmak:
“’Borç’
müstesna… Borçlu adam haysiyetsiz oluyor kardeşim.” (s391)
*Kardeşlik:
“Murat ne
olursa Cemal de öyle olur. Ağabeysi doğru olan kardeş, doğru olmaya mecburdur.”
(s391)
*O dönemin Ankara’sı:
“Ankara’da ev
sıkıntısı varmış…” (s354)
“Ankara’yı
görmemek görmekten iyiydi. Bütün memleketin kurtuluş beklediği yer burası mı?
Burada ne var bakalım? Toz, toprak, delirmiş gibi telaşlı yahut cenazeden
dönüyor gibi ölüm düşünen insanlar ve tahtakuruları…” (s360)
*Kitap Atatürk’ten çok bahsediyor ve
hakkında değerli bilgiler içeriyor, Kurtuluş Savaşı döneminin bir resmini
çiziyor ve bunu Mahir Efendi’nin Padişahçılık ile milliyetçilik arasında kalan
deneyimleri ve ruh halini okuyucuya başarılı bir şekilde aktarıyor:
“Muharebe
Enver Paşa tarafından kazanılmış olsaydı, Mustafa Kemal ismini memleket belki
hiç duymayacaktı.” (s256)
“Anafartalar’da
sarı yağız, gök gözlü, zayıf bir adam! Fazladan asabi… Gözünü budaktan sakınmaz
bir delifişek…” (s257)
“Mustafa
Kemal Paşa, Hacıbayram Camii’ne, bir sürü hocanın, şeyhin, dervişin arasında
geldi. Sırtında siyah bir ceket, bacağında çizgili siyah pantolon vardı. Gene
Anafartalar’daki sarı yağız, zayıf adam. İlk bakışta, Mahir Efendi’nin gözü bu
paşayı gene pek tutmadı…. Mustafa Kemal Paşa’nın, sapsarı incecik ensesini
uzaktan görüyordu.” (s361)
“Mustafa
Kemal Paşa, yüzüne bir şey söylenmediği halde, arkasından “Acaba!” denilen bir
adam…” (s413)
“Mustafa
Kemal Paşa kadar taarruzdan hoşlanan asker yoktur. Ne hazin talih! Her zaman
müdafada kalmaya mecbur oluyor.” (s421)
“Askerler
aldıkları terbiye iktizası, siyaseti ekseriya yüzlerine gözlerine
bulaştırırlar. Fakat Gazi bu cinsten değil… Ama, küçük rütbeli zabitken de
disiplini arkadaşları gibi anlamazmış. Onda, sivil ihtilalci tarafı, üniformalı
kumandan tarafından fazla… Daha doğrusu bu iki meziyetten de istifade etmesini
biliyor. Anlatamadım. Bu iki meziyet zaman zaman birbirine mütekabilen tesir
ediyor. Bir büyük ve kati neticeli meydan muharebesi idare etmek ve bunu
kazanmak, bir Millet Meclisi’ni, birkaç düzine valiyi ve silahsız halk
kitlelerini istediği hedefe götürmek hususunda insana elbette birçok tecrübeler
ve kolaylıklar verir. Kumandan, muharebeye tutuştuğu anda, insan hayatını, kanı
görünce başı dönen bir sivil politikacı gibi hesaplanamaz. Bu alışkanlığı,
inkılaplara tatbik ettiğini düşün… Ama, bütün muvaffakiyet, devri iyi kontrol
etmeye bağlı. Bir gün gelir, ihtiyar bir politika kurdunun yumuşak sinirleri,
insanı çileden çıkaran müsamahası lazım olur. Bu herhalde, “Kafalar
kesilecektir” demekten daha zordur. Tarihte asker ihtilalcilerin yüzde doksan
beşinin kaybetmesi işte bundan… Mustafa Kemal Paşa, pek hoşuma gidiyor. Kafa
kesmekten ciddiyetle bahsettikten sonra müzakere edilen mevzuda, uzun izahat
vermesi, bilhassa Hoca Mustafa Efendi’ye: ”Biz meseleyi bir başka noktai
nazardan mütalaa ediyorduk. Artık tenevvür ettik” dedirtmesi şaheser… Uzun
izahat vermeyebilirdi de… Yumruğunu masaya, ayağını döşemeye vurur, kararı
yazdırtırdı. Hayır! Yapmadı.
-Ne fark var?
-Çok büyük
bir fark… Karşısındakilere, yaşama imkanı bırakıyor. Şereflerini, haricen de
olsa kurtarma imkanı…” (s515)
“Ama bütün
bunların faydasını, bir zümreye mal etmek var, doğrudan doğruya fakir halk
kitlelerine vermek var. Asıl büyük meydan muharebesini Mustafa Kemal Paşa o yol
ayrımında verecek.” (s516)
“En zor
yerine geldi. Karşıda belli başlı bir düşman olursa, insan ona karşı ister
istemez sağlam durur. Artık karşısında cephe yok. Şimdiden sonra çete harbine
başlayacak… İnsanları, tek tek, aile aile, mahalle mahalle, köy köy, kasaba
kasaba fethetmek lazım.” (s531)
“Mustafa
Kemal Paşa bütün bir düşman dünyasına karşı bir başına kalacak.” (s532)
*Halide Edip Adıvar’dan büyük bir
hayranlıkla bahsediliyor. Genelde onu gören askerlerin ağzından bilgi veriliyor:
“Bir karı
zuhur edivermişti. Çarşaflı bir karı. Kocaman kocaman siyah gözleri var. Dünya
ve ahret hemşiremiz olsun! Siyah bayrağı çekmiş mi efendim, siyah bayrakları…
Umum karı milletini de bir güzel başına toplamış… “Adalet!” diye bağırıyor,
“Müsavat” diye bağırıyor. Karı feryat ediyor, nemize lazım, korkmadan feryat
ediyor. Karı bile karılığıyla feryat ederse… Yazık bizim erkekliğimize…” (s307)
“Bir karı ile
beş altı herif geçirdik.
-Karı da mı
Ankara’ya gidiyordu?
-İyi bildin
Ankara’ya gidiyor.
-Ne yapacakmış? Marangozluk mu?
-Ne yapacakmış? Marangozluk mu?
-Karı
kitapçıymış… Kitap yazarmış… Koca koca kitaplar…” (s320)
“İstanbul’da
da bir karı türemiş. Düşman memleketi basılınca, biz erkekler girecek delik
aradıktı. Karı, karşılığı ile bayraklar yaptırmış. Osmanlı sancakları ama, bezi
kırmızı değil… Siyah bez üzerine bayraklar! “Yüzümüzün karası bayrağa vurdu”
demek mi istedi, yoksa “Biz bu lekeyi bir gün temizleriz mi?” demek istedi.
Elbet bir manası olacak. Düşman bile üzerine varamadı. Meydanda feryat etmiş:
“Hey erkekler, nerdesiniz? Vatanı, milleti kime bıraktınız diyerek…
-Dur bakalım…
İşte dediğim karı o karı…
-Yok canım!
Adil Usta tarif etti. Koca gözlü bir kadınmış.
-Tamam! Koca
gözlü… Babayiğit…
-Şimdi
inandım. O karı otuz tane tabur kumandanına bedel bir karı…” (s321)
“Demek,
Sultanahmet meydanına kara bayraklarla çıkıp koca Dersaadet’i velveleye veren
hatun, Yayalar köylüyü şaşırtan aynı hatundu.. Karı bir orduya bedeldi
vesselam!” (s336)
“-Kadın ne
diyor bu esnada?..
-Ne diyecek.
Gülüyor halime biteviye!
-Hayvana iyi
biniyor muydu?
-Çerkez
süvarileri gibi… Kadın değildi canım! Bir orduydu. Görürsün, Yunan’a çok işler
açar o, benim gördüğüm kadın! Kitap yazıyormuş! Şu devri hayırlısıyla
atlatalım. İstanbul’a gideceğim. On lira olsa, kitaplarından birisini alacağım.
Okurum da aklım açılır.” (s344)
*Anadolu’nun türküleri:
“Bizim
Anadolu’da üç tane esaslı türkü cinsi var: Oyun havası, eşkıya havası, bir de
ağıt!” (s433)
“Seçin ağalar
seçin! / Koç yiğit olana kefenler biçin! / Yeğin atlar besledik kara gün için /
Binip dizgin etmemize ne kaldı?” (s434)
“Anadolu’nun
türküleri de, mani ve koşmaları da ağzına kadar hasretle dolu.” (s445)
*Yaşamak - paylaşmak:
“Yaşamak bir
şeyler biriktirmek ve biriktirdiklerimizi götürüp bir sevgiliye takdim
edebilmekten ibarettir. Yalnız bundan ibaret…” (s445)
*Karagöz-Hacivat’ın oyunlarından biri
(s464-471) sayfaları arasında sanki gerçekten karşımızda oynanıyormuş gibi
anlatılıyor, sanıyorum Kemal Tahir bu bölümü yazmaktan çok keyif almış.
*”Bir Mülkiyet Kalesi” 495. sayfadan
başlayan bölümün ismi olarak aynı zamanda kitabın ismini de almış.
*Hümanist, sevmek:
“Bir adam,
bütün dünyadaki insanları sevmezse kendi insanlarını da sevmez.” (s518)
*İki karşıt fikri ve durumu anlatmak
için iki kızkardeşin Çömlekçi ve Bahçıvanla evliliklerini anlatan fıkra:
“Herifin
birinin iki kızı varmış. Birisini çömlekçiye, birisini bahçıvana vermiş. Bir
gün kızlarını görmeye gitmiş. Çömlekçinin karısı ‘Baba, demiş bu hafta hava
güneşli giderse yaşadık.’ Oradan bahçıvanın karısına uğramış. O da: “Babacığım,
demiş, bu hafta yağmur yağarsa yaşadık…’ Anladın mı?” (s532)
*Çocuğun gözünden hediye:
“-Cuma günü
Ayşe kardeşine ne götüreceksin?
Murat bir an
düşündü. Sonra hayatında yapabileceği en büyük fedakarlıktan birisini teklif
etti.
-Bir tane Nat
Pinketron hikayesi götürürüm.” (s545)
*Mahir Efendi tamamen geleneksel bir
yapıdan geliyor (günahlar/dini bütünlük/ataerkil) ve modern Türkiye’yle beraber
yavaş yavaş değişiyor. Bu açıdan da değerli bir eser bu roman. Padişah yanlısı
bir kişinin nasıl Cumhuriyetçi oluşunun gerçekçi hikayesi.
*Marangozluk mesleği hakkında zaman
zaman bilgi veriliyor. Marangozluk mesleğini icra eden/hobi olarak yapan
kişiler, Mahir Efendi’nin, hatta romanın başında bu konudaki tutkusu ve
yeteneği bilinen Sultan Abdülhamid’in bu meslek üzerine tecrübe ettiklerini
okumaktan keyif duyacaklardır.
*Mahir Efendi karakteri çok oturmuş,
dünya görüşü zamanın şartlarına göre değişse de genel prensiplerinden ödün
vermeyen değerli bir Türk vatandaşı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder