Okuduğum Tarih: Ağustos 2010
Halid Ziya’nın bu değerli eserine hayran oldum. Eser, Ahmet
Cemil’in başından geçenleri hayata baktığı iyimser ve kötümser açılardan
işleyerek okuyucuya sunuyor ve hayata tutunmak için çok önemli dersler
içeriyor.
Romanın Özeti:
Ahmet Cemil, babası vefat ettikten sonra hayatın gerçekleri ile, para kazanma ihtiyacıyla karşı karşıya kalmış şair ruhlu bir gençtir. Her ne kadar annesi ve kız kardeşi İkbal’e karşı görevlerini yerine getirip evi geçindirecek kadar para kazanabilecek noktaya gelse de “hülya”larının hayatını yönetmesini engelleyemeyerek gerçeklerden kaçar ve sonunda acısını fazlası ile öder.
İlk hatasını kız kardeşini çalıştığı gazetenin sahiplerinden birinin oğluna vererek yapar. Kocası vahşi, kötü karakterli bir kişi olduğu için hem İkbal’e kötü davranır hem de patron babası çalışamayacak kadar hastalanınca matbaanın yöntemine el koyarak gazeteyi kötü bir şekilde yönetir ve bunun sonucunda işi büyütmek uğruna Ahmet Cemil’in işini ipotek ettirir.
Öte yandan da Ahmet Cemil, hem sınıf hem de yakın arkadaşı olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’ya tutulur. Aralarındaki ekonomik sınıf farkının evlilik ile kapanacağını hayal etse de kendi işlerinin düzelmeyip tam tersine bozulması yüzünden ve bu hayalleri gerçekleşmez. Lamia’dan ilgi aldığını düşünse de sonunda Lamia başkası ile evlenir.
İkbal hamile kalmıştır ve Vehbi tüm aileye çok kötü davranmaktadır. Ahmet Cemil köşeye sıkışmıştır. İkbal fena halde hastalanınca Ahmet Cemil bir kere daha gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır ama bu ona çok pahalıya mal olur çünkü kız kardeşini kaybeder ve bu arada Vehbi de onu matbaadan kovacak noktaya gelir.
Ahmet Cemil iyicene depresyona girer ve hayatını belki de ilk kez tam anlamıyla değerlendirip İstanbul’u terk etme kararı alır, annesiyle beraber vapura binip giderler.
Gözlemlerim:
*Çok güçlü bir roman. Çok etkilendim ve Halit Ziya’nın
anlatım gücüne hayran oldum.
*Romanın büyük kısmı küçük çapta bir matbaada geçtiği için
kendi mesleğimle olan bağlantısı beni heyecanlandırdı. On sekiz yıldır bilfiil
ve öncesinde de çocukluğum boyunca matbaa-ambalaj sektörünün havasını soluduğum
için kendimi romanda geçen matbaada evde gibi hissettim. Ayrıca dizgi,
litografi, harf baskısı gibi terimleri okumak hoşuma gitti.
*Eski İstanbul’un semtleri hikaye boyunca gözümüzün önünden
geçti. Şehzadebaşı, Direklerarası, Galata, Beyoğlu, Vezneciler, Erenköy,
Taksim, Boğaziçi bölgesi, Cihangir…
*Aslında Ahmet Cemil’in önüne romanın başında ona model
olabilecek bir karakter konulmuştur: Raci. Ahmet Cemil’in eserlerini hep
eleştiren bir kişi olarak Raci, kendi evliliğini ve oğlunu takmayıp sahip
olduklarının değerini bilmeyerek sonunda sefalet içinde yataklara düşüyor ve
ölüm döşeğinde yapmadıklarının vicdan azabını
çekiyor.
*Şiir
“Şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz” (s22)
*Mai ve Siyah
“Şurada –beynini gösteriyordu- bir şey var, bir şey duyuyorum
ama rüyalarda tutulamayan şekiller gibi parmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir
misin, nasıl bir şey? Bak şu semaya, ne görüyorsun, mailiklerden mürekkep bir
derya. Gözlerinle onun içine girmeye çalış; o mailikleri yırtmak için uğraş, ne
görüyorsun? Mai… Daima mai… Değil mi? Sonra, bak ayağımızın altındaki toprağa,
ne buluyorsun? Donmuş siyah bir renk… Of!... O siyah tabakaları parçalayarak
içeriye bak; in, in, in, ne kadar inebilmek mümkünse o kadar in; ne buluyorsun?
Daima siyahlık değil mi? İşte öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa
mai daima mai; aşağı bakılsa siyah daima siyah…” (s61-62)
*Matbaa ile ilgili tasvirler:
“İdare memurunun kalem çıtırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa
makinesinin demdarlarıdır.”(s15)
“Sade harf değil, hatta bir de taş makinesi ister, o vakit
bir matbaa hakikaten bir matbaa olur, para kazanmak ne demek olduğunu o zaman
anlarız..”(s237)
“Vehbi bey şimdi tasavvurlarını izah ediyor, matbaayı
büyütüyor, liralarla oynuyor, makineleri petrolle işletiyor, bütün devair
evrakını iltizam ediyor, matbaa şubeleri açıyor; bir kitaphane, bir
mücellithane vücuda getiriyordu.” (s238)
“Litografya (Taş baskı) makinesi ta dipte üzerine yelken
bezinden örtüsü çekilmiş duruyordu. Ahmet Cemil en evvel onu bir muhabbet
nazarı selamladı: “Dünyada yegane servetim!” diyordu. İlerledi; buraya ne vakit
girse yağ, petrol, kağıt mürekkep kokusundan toplanma ekşi havasından garip bir
haz duyardı, ciğerinin bu havayı teneffüse muhtaç olduğunu, bu alemden çıkacak
olursa kanının kuruyacağını zannederdi.” (s315)
*Okumak:
“Okumak lazım, ben hizmetçilik etmeye mecbur olayım, fakat
onu ileride uşaklığa mecbur olmaktan kurtarmak lazım değil mi?...” (s115)
*Ahmet Cemil ve Hüseyin Nazmi’nin dostluğunu anlatan
bölümler;
“İki arkadaş küçüklükten beri hissiyat ve efkar teşrikine
(duygu ve fikir ortaklığına) o kadar alışmışlardı ki yekdiğerinden
(birbirlerinden) birkaç gün iftirak etseler (ayrılsalar) manevi tamamiyetlerine
nakısa (ruhsal bütünlüklerine eksiklik) gelmiş zannederler.” (s 121)
“Ahmet Cemil’in ağzında bu tebrik şu iki arkadaşın hayatını
teşkil den tezat (hayatını oluşturan karşıtlık) zincirinin artık son halkası
hükmünde idi. Birbirine söyleyecek bir şey kalmamıştı…”(s394)
*Ahmet Cemil’in hülyaları:
“Arkadaşını dinledikçe kalbine bir merhamet hissi duyuyordu.
Niçin? Bu merhametin mahiyetini pek iyi takdir edemiyordu, belki Ahmet Cemil bu
hülyalara (hayallere) esir olduğu için…Hakikatin daima hülyanın dununda
(Geçeğin her zaman hayalin altında) kaldığını bilirdi, onun için o söyledikçe
vicdanında hafi (gizli) bir sesin: “Zavallı çocuk!” dediğini işitiyordu.”
(s135)
“Ahmet Cemil rüyalarının şu sefil hakikatinden (acı
gerçeğinden) tam bir hafta kaçtı.” (s190)
“Birden bire hiç intizar olunmayan (beklenmeyen) bir zamanda
zihne çarpıvermiş hakikatler vardır ki senelerden beri katre katre, muhtelif
zamanlarda döküle döküle birikmiş emarelerin küçük küçük, başlı başlarına
manasız nişanelerin (belirtilerin) birdenbire doğuveren neticesidir. Bir hiç,
fikirden geçen bir rüzgâr, o manasız emareleri, nişaneleri açıverir; bunlar,
aralarında mani cidarlar (engel duvarlar) kalkıvermiş zerreler gibi yekdiğerine
iltihak eder (bir diğerine katılır), birbirini bulur, onlardan bir küme
teşekkül eder ki görmemek mümkün olmayan bir hakikat hükmünü alır… Şimdi Ahmet
Cemil’in zihninde o deliller toplanıyor, birbirine sokularak güya birer aşina
selamıyla buluşuyorlar.” (s275)
“Zavallı hülyaları!.. Onlar bu sefil hakikatlerden (zavallı
gerçeklerden) ne kadar uzak kalmışlardı!..” (s314)
“En küçük sebepleri en büyük hülyalara kâfi addetmiş,
kendisine sahte esaslar üzerinde kurulmuş bir hayat vücuda getirmiş idi. İşte
şimdi hakikatin insafsız rüzgârları üzerinden geçtikçe o hülyaları hep birer
birer düşürmüş, onu şuracıkta en küçük bir yaşamak arzusundan tam bir
mahrumiyet içinde bırakmış idi.” (s381)
*Vicdan hesabı:
“Fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa
mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü işler sahibi
olanlara sorunuz, hepsinde kendi kendilerince icat edilip itina ile takviye
edilmiş sebeplere tesadüf edersiniz.”(s154-155)
*Aşk:
“Sevmek bu muydu?.. İnsanı güya gene içinde sıkıp sıkıp da
birisinin ayakları altında ezik, bitik, can çekişerek atmak isteyen öldürücü
bir şey, sevmek bu muydu?..” (s225)
“Lamia o beyaz tül örtüyü açsaydı; Ahmet Cemil’in uzun kumral
saçlı başını o kıvırcık gür siyah
saçları arasına çekseydi, o kadar ki saçları birbirine karışarak siyah ve
kumral bir memzuce teşkil etseydi (karışım oluştursaydı), sonra o tül şu bir
çift baştan mürekkep (oluşan) sevgi levhasını gizleyip o küçücük kırmız
şemsiyede bu şiiri sahranın yalnızlığından bile esirgeyerek yakuttan bir büyük
taç şeklinde örtseydi…” (s226)
*Mai ve Siyah romanında özellikle 3 rengin üzerinde yazar çok
durmuş:
Mai hayalciliği simgeliyor:
“Hele mai bir
cübbesi vardı ki pek yakışırdı.” (s48)
“Kendi kendisine: “Uyu zavallı çocuk, yeşil eski çuhalı
yazıhanenin kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük nazlı çocuğun daima
esneyen çehresi geçen o meşakkatli ve mihnet (yorgunluk) saatlerinden sonra şu
sıcak temiz yatağın içinde, münevver mai
(ışıklı, mavi) bir semanın (gökyüzünün) baran-ı elması (elmas yağmuru) altında,
tuluunu (doğmasını) beklediği ümit güneşini görmeye çalışarak; derin, uzun bir
tesliyet (avunma) uykusuyla uyu!..diye içinden bir ninni söyler gibidir.”
(s103-104)
“Hüseyin Nazmi’nin her şeyi soğukkanla tetkik etmekten ibaret
olan felsefesine iştirak edemiyordu; bahis burada bitmiş gibi göründü, Hüseyin
Nazmi mai kurşun kalemiyle risalenin
(derginin) matbaa müsveddelerini tahsis ederken (düzeltirken) onun gözleri ile
kameriyenin sarmaşıkları arasında yer yer açılmış aralıklardan birer zümrüt
pencere buldu, biraz iskemlesine yaslanarak gurubun (güneşin batışının) bir
esmer ve şeffaf tül gibi semanın ipek sathına (yüzeyine) gerilen gölgelere
daldı, son ziya bakiyeleri (son ışıklar) bir taraftan küçük bir bulut
parçasının kenarına oyalar talik ediyor (asıyor), güneşin son demlerinden
(soluklarından) çıkan bir nefes gibi serin, hafif bir hava bu uzun ve sıcak
günden sonra sahralardan kalkan akşam buğuları üzerinden hafif darbeciklerle
kanatlarını silkerek geçiyor, sabahtan beri güneşin bu sahranın üzerinden
çektiği ılık kokuları tekrar arza (yeryüzüne) serpiyordu.” (s 127-128)
“Bahçe tenha idi; henüz yapraklanmış bir ağacın altında mai şemsiyesini açmış, alçak ökçeli
potinlerini önüne çektiği bir iskemlenin kenarına dayamış, gözlüklü ihtiyar bir
İngiliz mürebbiyesi (eğitmeni); biraz beride ellerinde küçücük küreklerle
bahçeden kum toplayarak mini mini kovalara doldurmak mühim (önemli) işiyle
etrafı görmeye vakitleri olmayan iki çocuk, saçları rüzgarlara savrularak,
başlarından kaymış hasır şapkaları arkalarında çırpınarak, uzun konçlu düğmeli
potinleri kumlara temesa etmiyormuşçasına bir çeviklikle koşarak çemberlerini
çeviren bir örnek esvaplı (elbiseli) iki kız, hayatının en uzun yorgunluklarını
bir gazetinin tefrikasında (yazı dizisinde) dinlendiren bir ihtiyar, ötede beride
tek tük zümreler (topluluklar) koşuşan bağrışan çocuklar, daha sonra Ahmet
Cemil’in gözleri bunlardan ayrılarak, bayırın üstünde uçuyor, mütebessim
elvanıyla (gülümser renkleri ile), manzaralarının ivicaçlarıyla (eğri büğrü
olmaları ile) yeşil tepelere doğru tırmanmış yahut mai sulara doğru akıvermiş gibi duran binaları ile Boğaz’ın sakin
levhasına (görüntüsüne) dikiliyordu.” (s204-205)
“Bu aralık ta yanı başında koşan bir kız kumların üzerinde
yüzü koyun düştü Başını çevirdi, çocuk iri mai
gözleri ile istimdat ederek (yardım isteyerek) ona bakıyordu, yerinden kalktı,
çocuğun ellerinden tuttu, kaldırdı…” (s207)
“Ta hülya hülya hayatının başlangıcında, ümitlerinin incilası
(parlaklığı) zamanında Tepebaşı Bahçesi’nde Haliç’e bakarak seyrettiği mai gece ile o baran-ı elmas tahattur
etti (o elmas yağmurunu hatırladı).”
*Siyah gerçek hayat ve
realizmi simgeliyor hatta kötümserliği çağrıştırıyor:
“Öyle bir yaşta, gençliğin öyle hassas bir devresinde ki
fikir, münevver bir semann baran-ı elması (elmas yağmuru) altında parlak hülya
alemlerinde kanatları kırılmış birkuş gibi henüz topraklara düşmemiş; gözler
ziyada (ışıklı) bir hayal ufkunun envarı (nurlarıyla) dolu iken bir perde
altında siyah bir köşenin açılmak
üzer olduğunu henüz görmemiş; yalnız münevver, mübtehiç (ışıklı, sevinçli) bir
sabahın rüyasına dalmış; ümit güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde
hazırlanan bulutların dökülmeye müheyya (hazır) olduğunu anlamamıştı.”
“Ta mektepte bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak,
gözleri ötede siyah tahtanın unutulmuş yarım kalmış cebir muadelesine
(matematik denklemine) dalarak, fikri bir hayal rüzgarı üzerinde, meçhul
emeller fezasında (bilinmez arzular göğünde) uçtuğu zamanlardan beri bütün
varlığını istila eden (saran) emel, iştihar (ünlü olma) arzusu değil miydi?”
(s39)
“Hocası da ona musallat olmuştu, daima onu tahtaya çekerdi;
biçare kaç kereler o iki yüz kadar ehemmiyetli görünen seksen arkadaşının
karşısında, siyah tahta başında
perişan, mahcup (utanmış), mahvolmuş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş
ağlamıştı…” (s49-50)
“O vakit bu ana kadar ağzından her kelimeyi müteakip (her
kelimenin ardından) ağlamak arzusuna mağlubiyetinden (yenilmekten) korkarak;
bazen köşede büzülmüş, siyah mağmum
(kederli) gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e; bazen göğsü kabara kabara
duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak; bazen da hiçbirisine bakmaya
kuvvet bulamayarak, perişan, bir tertibe uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım
cümleler ile babalarından bir şey kalmadığını, kalan ufak tefeğin biraz sonra
bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.” (s67)
“Ahmey Cemil artık gözlerini kapadı, sanki dün süt ile
beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan halini görmek
istemiyordu, İkbal’in üzerinden birbulutgeçen siyah gözleri, indi.”(s68)
“O, yalnız dinliyordu,
da onun kadardı, derin kırkılmış siyah
ve sert saçlarının altında küçük başı, nahif (zayıf) çehresinde parlayan
gözleri, henüz terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince donukça
dudaklarıyla, güzel ve zeki oldu için sevimli bir genç idi.” (s74)
“O siyah-nur çeşmi
berk-efşan
(O şimşek saçan gözün siyah nuru)” (s119)
“Daha sonra ümit güneşi o kırılmış kalbin emel enkazına hazin
(istek yıkıntılarına üzgün) bir veda nazarı ile süzülüp gidiyor: O vakit
neticenin kara bulutları…(s 129)
“Şimdi gözlerinin önünde, ötede, beride bacaları, çatıları
yükselen köşklerin, bahçelerin, duvarların parmaklıkları arasında irili ufaklı,
küme küme, şurada burada karanlıklar içinde birbirine sarılan, öpüşen, yahut
uzaktan uzağa başları ile kollarıyla birbirine selamlar gönderen ağaçların,
sanki karanlıkları yerinden oynatarak, harekete gelerek şu siyah gece zemini içinde titreyen bu siyah levhanın, bütün bu
titrek gölgelerin şiirini temaşaya mevkuf olmuş (seyre dalmış) duruyordu.”
“Bir şiir ki lisanı yok, belagati (sanatsak güzelliği) yalnız
işte şu siyah titremeden ibaret…”
“Sema (gökyüzü); bu siyah
levhanın üzerinde, ötesinde berisinde beyaz münevver (ışıklı) pullar serpilmiş,
ara sıra muhtelif noktalarında uçan beyaz tüller harekete gelmiş sırma işlenmiş
bir örtü gibi eteklerini görünmez ufuklara salıvermiş, zulmetlerin sevda dolu
göğsüne dökülüvermiş idi.” (s140)
“Şimdi sema (gökyüzü) lacivert bir şişeden süzülen ziyaya
benzeyen hafifçe bir su halinde yarı şeffaf, ötede beride yıldızlar hemen hemen
beyaz idi; bacalar, çatılar, ağaçlar, demin birer siyah kütle olan bütün bu eşya şimdi parıltılı bir su ile yıkanıyor
gibiydi. (s143)
“Henüz kalabalık yoktu, bir iki masanın başında vapurunun
limanda bir gecelik meksinden (kalışından) istifade ederek Beyoğlu’nda şu zevk alemine
düşmüş siyah tırnaklı, ateşin
karşısında kavrulmuş simalı bir ateşçi, iki genç, galiba dükkanları erkence
kapanmış civar tuhafiyecilere mensup iki satıcı, bir kenarda hizmetçi kızla-
kırklık şişman bir karı, fakat hizmetçi kızlar hangi yaşta olursa olsun daima
hizmetçi kızdır.- tenhalıktan cesaret alarak şakalaşan, pervasız, teklifsiz,
tavrına, kahve sahibinin gözü önüne mülatefeden (şakalaşmaktan) çekinmeyişine,
iri iri kahkahasına, hatta masalar arasında kızı kovalayışına bakılırsa
kahvenin alışık müşterilerinden biri olduğu anlaşılan kır saçlı bir adam!..”
(s161)
“Bakınız o siyah peçenin, siyah çarşafın, siyah saçların
altında parlayan siyah gözlerden bir şey akıyor, güya siyah bir nur ki baş döndüren ateşli bir sevda havası ile vücudunu
sarıyor, yakıyor, fakat okşayan bir ateş, bir ateş ki sıcak bir buse (öpücük)
gibi…”(s206)
“Ahmet Cemil birden gözlerinin önünde siyah peçesi çenesinin
altından iğnelenmiş bir çehrenin siyah
parlak gözleriyle kendisine baktığını gördü, içinden bir şey sarsılarak sanki
göğsüne çarptı.” (s 218)
“Lamia o beyaz tül örtüyü açsaydı; Ahmet Cemil’in uzun kumral
saçlı başını o kıvırcık gür siyah
saçları arasına çekseydi, o kadar ki saçları birbirine karışarak siyah ve
kumral bir memzuce teşkil etseydi (karışım oluştursaydı), sonra o tül şu bir
çift baştan mürekkep (oluşan) sevgi levhasını gizleyip o küçücük kırmız
şemsiyede bu şiiri sahranın yalnızlığından bile esirgeyerek yakuttan bir büyük
taç şeklinde örtseydi…” (s226)
“Ahmet Cemil şimdi siyah
gecesinin levhasını tasvir ederek semaları şimşeklerle tutuşturmakta, bulutları
yıldırımlarla parçalamakta iken…” (s260)
“Bir aralık dalıyordu, belki bir müddet uyudu: şimdi sanki o
ateşle yanan şakaklarının, o içinden bir taş çöken başının üzerinden bir şey
dökülüyor, bir siyah tufan
boşalıyordu.” (s267)
“Gecenin donuk siyah
rengi içinde mütehaşşit (birikmiş) birer kütle şeklinde daha siyah, daha kesif (koyu) görünen komşu
evlere, yakın duvarlara baktı. Bu siyahlıkları
yutmak, ratip bir makber (nemli bir mezar) nefesi gibi simasına barit, müncemit
(yüzüne soğuk, donmuş) ölü dudaklarla raşe verici buseler (titretici öpücükler)
konduran bu zulmeti (karanlığı) kase kase, tesliyet (teselli) veren bir adem
kevseri (yokluk içkisi) gibi kana kana içmek istedi. (s293)
“Burada, pencerenin kenarında, gözlerini bu zulmetlerle
doldurarak, birbiri ardına yığılmış siyah
duvarlar şeklinde imtidat eden bu fezanın sinesinde (uzayan bu uzayın
göğsünden) çıkan sükuta benzer uğultuyu dinleyerek ötede beride bu zulmet
zemini içinde birer sarı leke şeklinde parıldayan münevver pencerelerden,
birkaç mutecip ziya (utangaç ışık) parçalarından gözlerini ayırmaya çalışarak,
artık önünde dehhaş (korkunç), geniş bir uçurumun azim (çok büyük) ve korkunç
ağzını açıp kendisini yutmaya müheyya (hazır) olduğunu görüyordu.” (s293-294)
“Şimdi onun hatırasıyla bütün fıtratının metaneti
(yaradılışının bütün dayanıklılığı) bütün mesai azmi (çalışma kararı) canlandı;
şurda –elinde bu defter, kalbinde kesif bir zulmet (yoğun bir karanlık) içinde
yalnız bir ümit feri (ışığı)- karşısında sonsuz bir adem fezası (yokluk
boşluğu) şeklinde imtidat edip (uzayıp) giden şu siyah semayı istişhat ederek (şu siyah gökyüzünü şahit tutarak)
Lamia’ya malik (sahip) olmak için kendi kendisine yemin etti.” (s295)
“Bu muzlim (karanlık) gecenin sinesinden sanki bir nefes
çıktı, onun bu aşk busesini bir siyah
mevce (dalga) içinde tesit etti (kutladı). (s296)
“Sonra birden arkadaşının, iki hafta içinde büyük bir
hastalıktan çıkmış gibi duran zayıf, çökük çehresini altlarında birer siyah daire beliren gözlerini,
musibetin kahrıyla hırpalanarak ihtiyar olmuş görünen bu vücudu Ahmet Cemil
karşısında gülmek değil, ağlamak lazım geleceğini hissederek durdu.” (s358-359)
“Birer yeşil sütun gibi uzanan iki servinin fevkinde
(üstünde) süzülerek, elenerek muhteriz (çekingen), güya bu loş sükün köşesine
bir hayat tebessümü yollamaktan utanarak perişan güneş kırıntılarını
toparakların siyah ratıp (nemli)
rengine dökülmüş, güya bu mahrum gençlik yatağının üzerine pullu bir tesliyet
sütresi (bir teselli örtüsü) çekmek istemişti.” (s373)
“Güneş görünmüyordu, yalnız tutuşan menfez (yarık) etrafından
bulutlar bir kan tufanına boyanmış duruyor, biraz yüksekte siyah bir küme o yangının üzerinde gittikçe koyulaşan esmer bir
kubbe kuruyor; kenarlardan pembe, kırmızı, al, sarı rişeler ( püsküller)
sarkıyor; bir taraftan ermiş bir yakut deresi ince kıvrıntılı bir hat ile yol
açarak akıyordu.” (s396)
“Bir saniye sonra yine değişti, bulutlar bu yakut kümeleri
ile dolu tabak üzerine parça parça dökülmeye başladı, nihayet büsbütün örttü,
artık hiçbir şey görünmüyordu, orada siyah
bulutlardan bir dağ yükseldi.”
“Bu siyah bir gece
idi…” (s397)
“O vakit denize baktı: Siyah
bir deniz..”(s398)
“Karanlığın içinde geminin kenarında esmer bir köpükle
kaynaşarak firar eden o siyahlıkları
görüyor, altında mahuf, muhiş (korkunç), adem vehmi (yokluk düşüncesi) veren siyahlıktan başka bir şey görmüyordu.” (s398-399)
“Birden
bu siyah gecenin karşısında aklına
başka bir gecenin hatırası geldi.” (sayfa 398)
“İşte,
işte görüyor, gözlerinin önünde yağan bu siyahlıklar,
denize döküldükçe birbir sekerat zemzemiyle (son nefes ezgisi ile) boğulan bu
zulmetler, işte bunlar o hülya hayatının üzerine çekilen bir kefen değil
miydi?’’ (sayfa 398)
“Oraya
gitmek, bu siyahlığın içine, bir
daha çıkılamaz, avdet olunamaz (dönülemez) derinliklere gitmek…”(sayfa 399)
“Bunların
siyah kucağına atılmak, yarın
doğacak olan o güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından (güneşin
yaşamın yoksulluklarıyla alay eden ışığından) kaçmak, bu siyahlıklar içinde
sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih (mutlu ve rahat) yuvarlanıp
gitmek…”(sayfa 399)
“İniyor, bitmeyen bir
sukut (düşüş) ile, zulmetleri tabak
tabaka yararak, şu siyah dalgaları
kütle kütle sırtına alarak, yavaş yavaş, muntazam bir ahenkle (düzenli bir uyum
ile), ademe (yokluğa), tam bir teslimiyet ile iniyordu. Evet, bir karar
hamlesi, yalnız küçük bir hareket, nasipsiz geçen hayatı ile şu faydasız vücut
arasında bu denizin bütün siyah
tabakalarını set silsilesi gibi bırakarak ta şu ummanın (okyanusun) bir türlü
sonu bulunamayan derinliklerine kadar inecekti.” (s399)
“O vakit ayağa kalktı: Geliyordum, anne!..” dedi ve hayatta
bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş yavaş, bu siyah geceden, şu kendisini çekip aldiyetini (varlığını) daha
kuvvetle çeken bu sese uyarak, annesini takip etti..” (s400)
*Siyah ile Mai’nin beraber kullanıldığı bölümler:
“Bir rüya içinde yahut sihir alemi karşısında idi; kemanların
titreyen eninleri (inleyişleri) flavtanın kahkahaları, sanki bu aletlerden,
bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından sihirli bir nefes ile
canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük nağmelerle birbirlerine atılıyor;
birinden ötekine bir hicran (ayrılık) sedası, ötekinden bir ıstırap enini,
şundan bir tahassür (özleyiş) nalesi, diğerinden bir ümit cevabı çıkarak, bütün
biçare insan ruhuna mahsus acılıkların tatlılıkların hazinesi taşıyor, mai-siyah kelebekler, gibi uçuşarak,
birbirleriyle dudak dudağa bir visal (kavuşma) içinde dağılıyorlar,
yükseliyorlar, sonra bunlar o parlak semanın mailiklerine, şu muzlim (karanlık)
denizin siyahlıklarına serpiliyorlar; işte işte bu aşağıya süzülen, şu yukarıya
uçuşarak siyahlara bürünen soluk ziyalar! Baran-ı elmas…” (s36)
“Üzerinde bir sema ki geceden kalma siyahlıklara gündüzün ilk şaşaalarının imtizacından mürekkep
(parıltılarının karışmasından oluşan) esmer bir renkle gözleri taltif eder
(okşar), bir müphem (belirsiz) renk altında mai bir atlas (kumaşın) halinde görünen semanın derin bir köşesinde
Zühre’nin (Venüs’ün) beyaz handesi ( gülüşü) hala görünür, bakir (yeni) bir
saffetle münevver (ışıklı) bir göz gibi bakmaktadır…” (s38)
“Şurada –beynini gösteriyordu- bir şey var, bir şey duyuyorum
ama rüyalarda tutulamayan şekiller gibi parmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir
misin, nasıl bir şey? Bak şu semaya, ne görüyorsun, mailiklerden mürekkep bir
derya. Gözlerinle onun içine girmeye çalış; o mailikleri yırtmak için uğraş, ne
görüyorsun? Mai… Daima mai… Değil
mi? Sonra, bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş siyah bir renk… Of!... O siyah tabakaları
parçalayarak içeriye bak; in, in, in, ne kadar inebilmek mümkünse o kadar in;
ne buluyorsun? Daima siyahlık değil mi? İşte öyle bir şey yazmak istiyorum ki
yukarı bakılsa mai daima mai; aşağı bakılsa siyah daima siyah…” (s61-62)
“Şurada mai ve siyah, yukarıda ve aşağıda birer
levhanın, bir garam visaliyle (sevda kavuşmasıyla) kucaklaştıklarını gördü.”
(s141)
“Küçük bir kahkaha zapt etti (tuttu), sonra Ahmet Cemil’in
perişan cevabını dinlemeyerek siyah güderi eldivenler içinde daha ince görünen
parmakları ile peçesini indirdi, “Efendim!..” dedi. Ahmet Cemil küçük bir
hareket bile etmeyerek duruyordu; bütün hayatı, bütün ruhunun emel zübdesi
(arzusunun özü) işte şu siyah
nazenin heyula (şu siyah ince hayal), işte şu ipek çarşafın dalgaları içinde
vücudunu ihtizazı (titreyişi) hissedilen seyyal ve mevvaç (akıcı ve dalgalı)
hayal şeklinde kaybolup giderken, Ahmet Cemil orada, elinde çar-pareler ile
başında maili kırmızılı külahı
(başlığı) ile gelip geçenleri gülerek seyreden soytarının istihza nazar (alaycı
bakışları) altında elinde şiirlerinin defterini kıvırarak duruyordu.” (s204)
“O zaman hayalinin makesinde guruba tesadüf etmiş (hayalinin
aynası güneşin batışına rast gelmiş) bulut parçası gibi kırmızılara mailere, yeşillere, sarılara boyanan bu
lehaların içinde Lamia’yı-evvel küçük, şu kadarcık, kıvırcık saçları başının
beresinden dışarı taşarak, Hüseyin Nazmi ile gezmeye çıktıkları vakit yanı
başında iki elleri ile eline yapışarak,
muhaverelerinin (konuşmalarının) arasına “Bu ne? Niçin? Nasıl? Ne vakit? ”
sualleriyle her dakika karışarak; bir dakika sonra sekiz on yaşında bir kış
gecesi mesela iki arkadaş cehren (sesli olarak) bir şiir okurken halının
üstünde daima gülümser siyah
gözlerini anlamayarak yüzlerine dikmiş, yahut kendisine mahsus bir mütalaa (konu)
ile meşgul oluyor zannını vermek için ciddi bir tavır ile elindeki musavver
mecmuaya (resimli dergiye) dalmış-görüyordu.” (s205-206)
“Gözlerinin önünde o mai gece ile bu siyah
gece tekabül etti (karşılık oldu): Mai
ve siyah”(sayfa 398)
“Ah!
Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai
bir gece ile siyah bir gece arasında
geçen nasipsiz, bahtsız (talihsiz) ömür!.. (sayfa 398)
*Beyaz nötr bir renk
olarak mai ve siyahın dengesini tutmaya çalışıyor;
“Sonra birden ağacın bütün üst tarafı beyaz bir yangın içinde kaldı.” (s143)
“Şimdi
sema (gökyüzü) lacivert bir şişeden süzülen ziyaya benzeyen hafifçe bir su
halinde yarı şeffaf, ötede beride yıldızlar hemen hemen beyaz idi;
bacalar, çatılar, ağaçlar, demin birer siyah kütle olan bütün bu eşya şimdi
parıltılı bir su ile yıkanıyor gibiydi.”( sayfa 143)
“Kırmızı kiremitlerin üzerinden bir nur çizgisi göründü,
çıkıyor; üzerinden, altından, etrafından nazenin hıramına (nazik yürüyüşü için)
döşenen beyaz bulut kümeleri
arasından bütün müdebdeb şaşası ile (debdebeli görkemi ile) çıkıyordu.” (s144)
“Sanki semanın lacivert ipeğine gerilmiş bir beyaz atlas ki –birdenbire tahrip edici
bir nefesle parçalanıvermiş, kopuvermiş, ensicesi (dokuları) çözülüvermiş-
havanın keyfi raks (dans) ile dağılıyor, serpiliyordu.” (s145)
“Bitmez
tükenmez beyaz bulut parçalarını küçük küçük şamarlarla oraya sevk
ediyor, sanki bir kamçı ile bütün ufuklardan bütün bulut kırıntılarını püskürterek
oraya gönderiyordu.”(s145)
“Şimdi ay küçük beyaz
bulutların, öbür tarafında yığılmış küme küme beyaz atlasların arasında, sanki
yatağında gecikerek baygın bir sevda nigahı (bakışı) ile..” (s148)
“Kar gibi beyaz
kenarı gerile gerile iğnelenmiş hatta örtülü sedir, yerde üstünde pembe
şatrançlı (kare motifli) dokuma çekilmiş şilte, annesinin en sevdiği yer; küçük
dört ayaklı iskemle, İkbal’in yeşil gaz boyamalarından yaptığı sade fakat belki
onun için zarif, hoş kalpağı altında lamba, duvarlardan babasından yadigar
(hatıra) olarak kalmış biri kufi, biri talik iki güzel levha, pencerelerden
muşamba perdelerin üzerinde yaza mahsus beyaz,
ince sarı kornişlere küçük küçük kıvrıklarla iliştirilmiş perdeler, o kadar…”
(s185)
“İşte muharrik (motor) bir canavar gibi homurdanmaya
başlıyor, işte kayışlar birer uzun yılan gibi matbaayı baştan aşağı sarsıyor;
makinenin, o siyah dev karnından, bakınız, beyazlıklar
peyda oluyor (görünüyor); çelik dişlerim, üstüvanelerin (silindirlerin)
üzerinden, arasından kayarak, akarak, bükülerek bir alay beyaz kuşlar, kanatlarını gererek, çırpınarak uçuşuyor, bir
rüzgarın bütün bu irfan mahluklarını (bilgi varlıklarını) dünyanın her tarafına
atacak, parça parça öteye beriye serpecek, bunlar sizin işte şu iki
parmağınızın arasında sıkarak fikir doğurmaya mecbur ettiğiniz şakaklarınızın
içinden fırlamış, canlanmış şeyler..”
“Zihnen o
dehlizdeki tesadüften sonra beyaz gölgeyi takip ediyor, yemek odasına
götürüyordu.”(s271)
“Kulaklarında
makinelerin tarrakası (gümbürtüsü), gözlerinin içinden binlerce, yüzbinlerce beyaz kağıtların delice uçuşu hüküm
sürüyodu.” (s243)
“Bu fasılanın arasında gözleri beyaz bir gölge fark eder gibi oldu.” (s260)
“Ahmet Cemil o beyaz
gölgeyi bir daha görmedi.” (s261)
“Geçerken dehlizin bahçe kapısına yakın bir yerinden mütelaşi
(aceleci) bir kumaş hışıltısı işitti, kendisini zapt edemeyerek (tutamayarak)
gözlerini çevirdi; o vakit ufak ve muhteriz (çekingen) bir kahkaha ile beyaz bir gölgenin yanından hemen
sürünerek silip geçtiğini fark etti.” (s264)
“Öyle zannediyordu ki o beyaz
gölge artık boş kalan yemek odasına iltica etmiş (sığınmış), beklenmeyen bir
tesadüften (rastlantıdan dolayı) oraya kaçmış idi.” (s264-265)
“Bu akşam oraya oturup da eline defterini alınca bir müddet
onu açamadı, kalbi beyaz gölgenin
hayali ile dolu idi.” (s 270)
“Beyaz gölge bir tehlikeden kaçıyormuşçasına kapıyı kapayarak oraya
iltica ediyor (sığınıyor), sonra o defter gözüne ilişiyor.”
“Beyaz gölgenin
küçücük bir kalbi var ki bu defteri görünce çırpınıyor.” (s271)
“Ahmet Cemil annesinin karşısında o söyledikçe bazen mumun
hafif oynak ziyası ile titreyerek duvarların üzerinden kaçışıyor, ta orada, her
türlü münevver rüyaların incilası (parlayışına), o küçük yatağın beyazlıkları arasına sokuluyor görünen
gölgelere dalıyor; bazen ta boğazında bir ağlama düğümüyle gözlerini süzerek,
iskemlenin üzerinda ara sıra dalgalanıyor, mevhum fakat müteneffis (hayali
fakat nefes alan) bir serim gibi şişiyor, kabarıyor, kamilen (hep) uçuyor
görünen; daha sonra birden yine toplanarak küçülen, zayıflaşan; ağlamış gözleri
ile, solmuş çehresiylei bütün meyus heyetiyle (ümitsizce) duran annesine
bakıyordu.” (s286-287)
“Bu bulutçuklar, halkalar, şeritler evvela odanın rakit
(durgun) görünen havasında fersiz beyazlıkla
teveccüh noktasını (yöneleceği yeri) tayin edemeyerek mütereddit (kararsızca)
sallanıyor, sonra o münevver sütunun telatum-ı cazibesi (çekiciliğinin
dalgalanması) bir halkanın kenarına ilişiyor, suya düşmüş ince bir kağıt gibi o
duman tabakasının üzerinde perişan bir dalga geçiyor, güya ensicesi (dokuları)
çözülüyor, parça parça dağılıyor, daha sonra üzerine bir bulut gölgesi isabet
etmiş bir kar satihası (yüzeyi) şeklinde bir donukluk bırakıyor; o vakit o yüz
binlerce şenaverlerin, rakkaselerin her an mütebeddil mütemevvic raksında
(değişlken ve dalgalı dansında)daha seri (hareketli), daha oynak bir faaliyet
(etkinlik), taze bir hayat buhranı uyanıyordu.” (s297-298)
“Ahmet Şevki Efendi bir nezaret ve intizam takayyüdüyle (bir
gözetim ve düzen bağlılığıyla) odasında bir kısmı muattal duran (kullanılmayan)
bir dolabın alt katını küçük bir kiler haline getirerek buraya sofra örtüleri,
peşkirler, su kadehleri, tabaklar, çatallar, bıçaklar koymuş; her gün öğle
üzeri küçük bir yuvarlak masanın üzerine o beyaz
örtülerden birini örterek sofrayı hazırlamayı adet etmişti.” (s311)
“Ahmet Cemil acı bir hande (gülüş) ile bakıyor, şimdi esmer
bir kül tabakası şeklinde duran bu kağıdın üzerinde bir beyazlıkla beliren yazılara bakıyordu.” (s383)
“Daha sonra beybabann vahşet içinde kaybolmuş birer kafile
şeklinde öbek öbek hurma ağaçları, muz fidanları görülüyor; çıplak vücutları
ile kumluğun ortasında bu tenha ve asude ( ıssız ve rahat) hayata tesliyet
(teselli) gönderen bir selam ile yeşil başlarını kaldırırken uzaktan develer, o
kum deryalarının (denizlerinin) evladı, yorgun ve aksak yürüyüşleriyle süzülen
bir bulut şeklinde ilerliyor, ötede kumların sinesinden fışkırıvermiş bir beyaz rüzgar dalgası şeklinde bütün
beyaz görünen atların üstünde beyaz
harmaniler (pelerinleri) uçuşarak geçen süvari zümresi (topluluğu)…” (s388)