24 Aralık 2014 Çarşamba

Jack London - Martin Eden






Martin Eden
Jack London







Martin Eden, Jack London [AAKA-1051]

Okuduğum Tarih : Kasım 2014

Jack London’ın hatırlayabildiğim kadarıyla okuduğum ilk kitabı. Sabancı Üniversitesi’nde EMBA hocalarımdan Ahmet Öncü’nün kati tavsiyesiyle alıp okumaya başladım. İyi ki okumuşum çünkü hayatımda beni en çok etkileyen kitaplardan biriydi. Okuduğumdan beri birçok kişiye tavsiye ediyor hediye ediyorum. İster öğrenme açlığı çeken bir insanın ister bir yazarın mutlaka okuması gereken yüce bir eser, bir başyapıt.

Özet:

Martin Eden, bir kavgada kurtardığı kültürlü ve zengin sınıftan olan Arthur’un davetlisi olarak evlerine gider. Martin İngilizceyi dahi iyi konuşamayan bir gemi işçisidir. Martin o akşam Arthur’un kız kardeşi Ruth’la tanışır ve birbirlerine tutulurlar ama sınıf farklarından dolayı bu durumu kendilerine dahi itiraf edemezler.
Martin Ruth’dan aldığı enerjiyle zaten önceden beridir içinde barınan müthiş öğrenme aşkıyla daha da kitaplara, dilbilimine saldırır. Hatta bir kütüphaneden sürekli kitap ödünç almaya ve onları adeta yutmaya başlar.
Aslında Martin çok çekici bir erkektir ve kendi sınıfındaki en güzel kadınlar dahi onun etrafında pervane olmaktadırlar. Bunlardan biri dünya güzeli Lizzy’dir ancak artık Martin’in aklı Ruth’da olduğu için Lizzy’e yüz vermez.
Çekingenliğini yendikten sonra Martin Ruth’dan ders ve yönlendirme almaya başlar ve İngilizcesini çok ilerletmesinin yanı sıra kültürünü de kat kat büyütür, geliştirir.
Bir süre sonra Martin artık yazmaya başlar. Bu kısa zamanda hayatının en büyük tutkusu hatta yaşama sebebi olur. Zaman geçtikçe Martin ve Ruth aşklarının iyice bilincine varırlar. Arada Martin yazdığı yazıları Ruth’a okumaktadır. Ruth Martin’in yazdıklarının çoğundan fazla etkilenmez. Bu da Martin’i zaman zaman umutsuzluğa düşürürse de yazmaktan hiç vazgeçmez.
Martin’in arada parası bittikçe hayatını kazanmak için yaptığı işler vardır; gemiyle açılıp miçoluk yapma, bir çamaşırhanede yeni arkadaş olduğu Joel ile kuru temizleme yapmak gibi. Bu geçici işler deli gibi okuyup yazması için ona maddi kaynak sağlarlar.
Martin Ruth’a sonunda kalbini açar ve Ruth’un ailesinin tüm itirazlarına rağmen nişanlanırlar ama Ruth’un anne babası bu nişan kararına uymuş gözükseler de bir yandan eve çeşitli damat adaylarını çağırarak Ruth’un gözünü açmaya çalışırlar.
Martin arada çocuklu dul iyi yürekli Maria Silva’nın yanına kiracı olarak taşınır. Bununla beraber çılgınca bir tutkuyla yazdığı birçok yazıyı ülkenin dört bir yanındaki dergilere yollar ama hep ama hep reddedilir. Çok tek tük cüzi olarak eline bir şeyler geçtiği olur ama geçimine hiçbir faydası olmaz ve ona bir yazar olma hakkı da vermez. Ama hiç yılmaz, korkunç bir inatla yazmaya ve göndermeye devam eder.
Martin kültür olarak o kadar ileri bir seviyeye çıkar ki Ruth’un çevresindeki yüksek kültürlü insanlardan bile keyif almaz olur. Bir tek Ruth’ların evindeki bir davette tanıştığı Profesör Cladmell’den keyif alır, ki aslında neredeyse onun bile üstüne çıkmıştır. Daha sonra da Martin Russ Brissenden ile tanışır. Russ da Martin gibi çok ileri zekada ve kültürde bir adamdır, Martin gibi kendini toplumdan uzak izole hissetmektedir.
Martin Ruth’un sınıfındaki insanlardan o kadar rahatsız olmaya başlar ki onların evinde bir gün hem Ruth’un babası hem de onların misafiri olan bir yargıç olan Blount’la da neredeyse kavga eder.
Martin kendi yolladığı o kadar yazıyla dergilere gazetelere çıkmazken bir sosyalist derneğinde yaptığı ateşli konuşmayla istemeye istemeye bu muradına erer. Gazetelere manşet olmasıyla Ruth onu terk eder. Martin önce iyice bir bunalıma girer sonra yine kendi yazılarına döner.
Martin kendisine gerçekten tek yakın hissedebildiği arkadaşı Russ’un dahiyane bir eserini onun izni olmadan dergilerden birine yollar ama cevabı gelemeden Russ’un intihar ettiğini öğrenir. Russ anlaşılamamaktan ve toplumdan kendini soyutladığı için ölümü seçmiştir. Arkasından Russ’un eseri tüm ülkede kapışılır ve gazetelere manşet olur. Aylarca bu eser üzerine gazetelerde yazarlar tartışırlar.
Martin Eden’in tam bu sırada birdenbire eserleri dergiler tarafından kabul görmeye başlar. Daha önce bir kere yaptığı gibi gidip zorla parasını almak zorunda da kalmadan inanılmaz bir hızla dergilerden para yağmaya başlar. Arka arkaya ülkenin dört bir yanından yazıları için (roman, makale, şiir) yığınla para gelir. Bir anda denebilecek bir çabuklukla etrafındaki herkesten çok daha zengin hale gelir. Yazıları kabul gördüğün andan itibaren yazmayı bırakmıştır. Kendi yazabileceği herşeyi yazmış gibidir. Yalnızca daha önce yazdıklarını satmaktadır.
Martin hemen etrafında bulunan sevdiği kişilere yardım etmeye başlar. Ablasının paracı kocasına para yardımı yaparak artık eve hizmetçi alınacağını şart koşar. Kız kardeşinin de kocasına yardım eder. Çamaşırhanede beraber çalıştığı Joel’a bir çamaşırhane satın alır. Mari Silva’ya bir ev satın alır. Lizz’i bir akşam okuluna yollayarak bir meslek edinmesini sağlar.
Arada Ruth büyük pişmanlıkla ona dönmeye çalışır ama o artık aşkını yitirmiştir. Ruth’un onu hiç anlamadığını fark etmiştir, çok geç de olsa.
Martin de ünlü olduktan sonra etrafından gelen onca ilgiye saygıya hiç değer vermez. O kadar uzun süre anlaşılmamanın yorgunluğu ve bıkkınlığı içindedir. Ruth’un her zaman onu küçük gördüğü, kızına zerrece layık görmediği babası onu yemeğe çağırır, hatta yargıç Blount bile onu özel bir kulübe üye yapmaya çalışır. Hiçbirisine rağbet etmez. İnsanlardan gittikçe soğur ve uzaklaşır. Sonunda Tahiti’ye taşınmaya karar verir ve bir yolcu gemisine biner.
Gemi açıklardayken Martin suya atlar. Artık karadan binlerce kilometre uzaktadır. Önce huzurlu bir şekilde suyun üstünde kalır sonra bütün gücüyle suyun olabildiğince dibine dalar. Sonra yavaş ve emin bir şekilde ölür.


  

Gözlemlerim:

*Kitaptan çok etkilendim. Hayatımda okuduğum en önemli başyapıtlardan bir tanesi.

*Kitap üzerine, okumak-öğrenmek üzerine, insanın kendini bulması, yazarlık tutkusu, bilgi açlığı, insanın kendine inanması üstüne, sınıf farkları üzerine yazılmış en değerli eserlerden...

*Martin Eden’in intiharı toplumun üstüne çıkıp orada kendini çok yalnız hissetmesi yüzünden. Bu da bir ders içeriyor onun gibi insanlar için. Kendilerini toplumdan çok soyutlamamalılar. Eserlerini yaratmaktan aldıkları haz ve toplumun beğenisi ve çevreyle paylaşım zevki yeterli olmalı.

*Kitap aynı zamanda çok iyi, duygulu ve romantik yazılmış bir aşk romanı. Aşkla ilgili çok anlamlı sözler analizler var:


“Kıza duyduğu arzunun kendisini hissizleştirip donuklaştıran ve canını acıtan bir huzursuzluğa bürünüp aklını karıştırdığının farkına varmak” (s.18)

“Bir kadının yüzüne bakıp sarhoş olacağımı hiç sanmazdım.” (s.33)

“Halbuki güzelliği içlerinde hisseden insanlardan olsalardı, o parlayan gözlerin ve hararetlenmiş yüzün, gencin aşkla ilk tanışmasının belirtisi olduğunu anlayabilirlerdi.” (s.37)

“Ruth tek bir hecenin bu kadar güzel olabileceğini hiç aklına getirmemişti şimdiye dek.” (s.41)

“Bu ismi her mırıldanışında kızın yüzü karşısında parlıyor, karşısındaki pis duvarı altın ışıltısına boğuyordu. Işıltı duvarda kalmıyor, sonsuzluğa yayılıyor ve Martin Eden’in ruhu, o ışıltılı derinliklerde kızın ruhunu arıyordu.” (s.41)

“Çıkıntılı alnının üzerinden dağınık duran kahverengi, fındık kabuğu rengi dağınık saçlarında kadınların çok hoşuna giden, okşamak için ellerini karıncalandıran, içinden geçirmek için parmaklarını tatlı tatlı ürperten bukleler vardı.” (s.42)

“Onu aşkla, daha yüce ve ebedi bir hayatın anlık görüntüsüyle ateşleyen Ruth vardı; beynini kemiren binlerce kurtçukla ihtiraslarını hararetlendiren kitaplar vardı;” (s.58)

“Kapıda onu bizzat karşılayan Ruth’un kadın gözü, ütülü pantolonuyla, zor tanımlanan ama hemen hissedilen değişiklikleri fark etti.” (s.69)

“Martin de tokalaşırken kızın elini avucunda hissedince mutluluk içinde yüzdüğünü duyumsadı.” (s.69)

“Martin’in boynu geçen seferki gibi onu büyülemeye devam ediyor ve elleriyle o boynu tutma düşüncesi, içine bir hoşluk veriyordu Ruth’un. Hala bunun ahlaksızca bir güdü olduğunu düşünüyordu, kendini bu şekilde dışa vurabileceğini hiç hayal etmemişti.” (s.70)

“Ruth’un söylediği kelimeleri telaffuz ettikçe kımıldaşıp oynayan o dudakların hareketini izlemek, ona müthiş zevk veriyordu.” (s.71)

“Ruth’a bakarken gözlerinde parlayan ışığın, içlerinde aşkın ihtirası bulunan bütün erkeklerin gözlerinde de aynı şekilde parladığının farkında değildi.” (s.71)

“Hiçbir kadında onunki gibi bir sese rastlamamıştı. O sesin en ufak bir çınlaması aşkını canlandırıyor, dillendirdiği her bir kelime Martin’i heyecanlandırıp kalbinin zonk zonk atmasına neden oluyordu. Ona bunu yapan, sesin kalitesi, sakinliği ve müzikalitesiydi; kültürün ve zarif bir ruhun yumuşak, zengin, tarif edilemez ürünüydü o ses.” (s.78)

“Aşkın volkanik patlamalarını, yakan ateşini, kavrulmuş küllerden oluşan kıraç döküntüsünü hiç canlandırmamıştı gözünde.” (s.80)

“Martin’in farkına vardığı kozmik duygunun, dünyanın dört bir yanında kadınları ve erkekleri eşit bir güçle birbirine çeken, çiftleşme mevsiminde erkek geyikleri birbiriyle ölümüne kavga ettiren, elementleri bile karşı konulmaz biçimde birleşmeye yönelten şey, en kozmik şey, aşk olduğunu bilecek tecrübesi yoktu.” (s.80)

“Her zamanki gibi Martin’den fışkıran sağlık onu yine çarptı; adeta bedenine giriyor, akkor gibi damarlarında dolaşıyor, kuvvetinin etkisiyle kızı tir tir titretiyordu. Martin de Ruth’un elini tutup mavi gözlerine bakarken kıpkırmızı oldu,” (s.94)

“Tek bir gönül ilişkisi bile yaşamadan durgun geçen yirmi dört yıl sonucunda, kendi duygularını hemen algılama becerisiyle donatılmaktan uzak kalmış ve gerçek aşkın sıcaklığını asla tatmamış biri olarak gitgide hararetlendiğinin de farkında değildi.” (s.106)

“Sesini duyduğunda ona duyduğu aşk yumruk gibi çarptı suratına. Ne sesti o!” (s.117)

“Gerçek aşkı tadan bütün aşıkların hissettiği asil fedakarlık hissi, tam o anda, telefonun başında, yakıp kavuran odla görkemli nurun iç içe geçtiği bir kasırga biçiminde üzerine inmişti; fark etti ki onun uğruna ölme duygusunu iyi yaşaması ve çok sevmesi lazımdı. Henüz yirmi bir yaşındaydı ve daha önce hiç aşık olmamıştı.” (s.118)

“Bu temasla birlikte içine doyumsuz heyecanlar doldu ve birkaç hoş dakika boyunca maddi dünyayı terk ederek Ruth’la beraber havalarda uçtu.” (s.120)

“Aşkın akılla alakası yoktu. İnsanın aşık olduğu kadının mantıklı düşünüp düşünmemesi önemli değildi. Aşk, aklın üzerindeydi.” (s.132)

“Sadece görüştüklerinde selamlaşırken ve ayrıldıklarında vedalaşırken değil, bisiklet sürerken, tepelere götürecekleri şiir kitaplarını şeritlerle bağlarken, yan yana oturup bütün dikkatleriyle o kitapları okurken, ellerinin birbirine değmesi için fırsatlar oluyordu hep.” (s.195)

“Aniden oldu. Son derece yavaş konuşuyordu; gözleri sıcacıktı, heyecanla doluydu, eriyordu, yanakları hafifçe kızarmış ve öyle kalmıştı. Biraz öncesine kadar… sen bana sarılana kadar bilmiyordum. Seninle evlenmeyi asla düşünmedim, Martin, biraz öncesine kadar. Ne yaptın da aşık ettin beni kendine?” (s.207)

“Aşkı dünyanın en iyi şeyi olarak görüyordu. İçindeki devrimi başlatan, yontulmamış bir denizciyken onu bir öğrenci ve sanatçı haline getiren, dolayısıyla da öğrenim, sanat ve aşk üçlüsü arasında diğer ikisine üstün gelen en büyük ve en güzel şey, aşktı.” (s.221)

“Aşka tapıyordu. Akıl vadisinin ötesindeki dağların zirveleriydi aşkın memleketi. Varoluşunun yüce bir hali, yaşamın zirvesiydi ve çok ender bulunurdu.” (s.222)

“Hayatta her şey kötüye gidebilir, aşk hariç. Yeter ki bitkin düşen, bocalayıp tökezleyen zayıf iradeli biri olmasın, aşk hiçbir zaman yolunu şaşırmaz.” (s.315)

“Kelimelerle ifade edilmiş tüm savları aşan, sözcüklere dökülmemiş bir iddia okudu Ruth’un gözlerinde. O gözlerde aşkı gördü ve bütün tereddütlerin uçup gitmiş olduğunu anladı. Kendi gözleri de aşk doluydu. Aşkta sual olmazdı. Tutkudan onun anladığı buydu.” (s.371)

*Karakter analizleri:
Ruth:
“Ruth’un asil başına örttüğü hafif ve yumuşacık şey neyse onu, sarındığı mantonun altından kendini belli eden haz verici endamını, hal ve tavırlarındaki inceliği, eteklerini tutan elinin zarafetini görecek zamanı buldu;” (s.62)
Martin Eden:                                                                                                                         “İyice açılan ve görüş açısına giren hiçbir şeyi kaçırmayan gözleri, önündeki güzelliği içtikçe, o savaşçı ışık giderek söndü ve yerin ılık bir parıltıya bıraktı.” (s.5)
“Delikanlı, kaslı vücudunun altına tir tir titreyen bir hassasiyet kütlesiydi. Dış dünyadan gelen en ufak bir etki, bilincini, düşüncelerini, anlayışını ve hislerini zıplatıyor, alev gibi yalayıp geçiyordu onu. Fazlasıyla açık olduğu dış etkilere son derece duyarlıydı, üstün ve coşkun hayal gücü sürekli benzerlik ve farklılık ilişkileri kurmakla meşguldü.” (s.6)

“Düşünce ve duyarlık açısından güçlü bir doğası; canlı, kıpır kıpır bir yaratıcı ruhu vardı. Biçim ve ifade kazanmak için sancılı bir mücadele veren tasavvur ve heyecanları onu ele geçirmişti.” (s.21)

“Martin Eden’in ruhu, o ışıltılı derinliklerde kızın ruhunu arıyordu.” (s.42)

“Çıkıntılı alnının üzerinden dağınık duran kahverengi, fındık kabuğu rengi dağınık saçlarında kadınların çok hoşuna giden, okşamak için ellerini karıncalandıran, içinden geçirmek için parmaklarını tatlı tatlı ürperten bukleler vardı.” (s.42)

“Bu dudaklar, bir savaşçının ve aşığın dudaklarıydı.” (s.43)

“Saldırganlığa işaret eden kare biçimli kuvvetli çenesi de böylesi zamanlarda dudakların yardımcısı oluyordu.” (s.44)

“Madem seni seviyor, elinde hikayelerle ve çocukça hayallerle ciddiyetsizce dolaşacağına makul bir adam gibi davranması ve seninle evlenecek konuma gelebilmek için bir şeyler yapması gerekirdi. Ama korkarım Martin Eden hiçbir zaman büyümeyecek.” (s.189)

“Biliyorsun, sen uç bir insansın sevgilim, sana gayet anlaşılır gelen şey, bizlere öyle gelmeyebilir.” (s.310)

“Ortalama bir üniversite öğrencisinin bir yılda edindiği bilginin çok daha fazlasını ben bir ayda öğreniyorum.” (s.313)

*Tablo Tasviri:
“Onu büyüleyen şey yağlıboya bir resimdi. Koca bir dalga kayanın üzerinde gümbürtüyle patlamış, kara fırtına bulutları gökyüzünü sarmıştı; güvertesindeki her şeyin ayrıntısıyla görülebileceği kadar yan yatmış bir uskuna, dalga köpük hattının üzerinde orsa seyrederek fırtınalı günbatımına doğru ilerliyordu!” (s.5)

*Kitap aşkı/tutkusu kitabın en etkileyici en güzel temalarından. Bu yazıları okuyunca insanın kitaba olan şevki artıyor, tasvirler okuyucuyu heyecanlandırıyor:
“Mektubunu okuyan arkadaşına doğru bakınca sehpanın üzerindeki kitapları gördü. Açlıktan midesi kazınan birinin yiyecek gördüğü anda gözleri nasıl arzuyla dolarsa, onun da gözleri öyle şevkle, istekle parladı.” (s.5)

“Okuduklarım iyi mallardı. Işıl ışıl yanıyorlardı. Güneş gibi veya bir ışıldak gibi ta içimi aydınlattılar.” (s.13)

“Okuduğu dizelerdeki yüceliği, kor gibi parlayan hayatı hissetmiş.” (s.13)

“Her kitabın tek tek her sayfası bilgi alemine açılan birer gözetleme deliğiydi. Okudukları açlığını daha da artırdı.” (s.55)

“Onu aşkla, daha yüce ve ebedi bir hayatın anlık görüntüsüyle ateşleyen Ruth vardı; beynini kemiren binlerce kurtçukla ihtiraslarını hararetlendiren kitaplar vardı;” (s.58)

“Martin kızlarla böyle saçma sapan konuşurken aklından çağların bilgeliğiyle dolu koca koca kütüphane rafları geçiyordu.” (s.61)

“Ayrıca aklı da nadasa bırakılmış toprak gibiydi. Kitaplardaki soyut düşünceler açısından bütün hayatı boyunca süren bir nadastı bu, ama artık ekim yapmanın vakti gelmişti. Daha önce hiç çalışmadığı için yorulmak nedir bilmeyen zihni, şimdi kitaplardaki en küçük bilgi kırıntısını bile sünger gibi emiyordu.” (s.65)
“Meraklıydı ve öğrendiği her şey, hafızasının ayrı bir bölümüne arşivleniyordu. Bu sayede denizcilik konusunda devasa bir arşive sahip olmuştu.” (s.126)
“Gözlemleyerek, çözerek ve öğrenilmesi gereken her şeye aşina olarak evrenin dar sokaklarında, sapa yollarında ve ormanlarında dolaşıyordu. Daha çok öğrendikçe evrene, hayata ve bütün bunların ortasında kendi hayatına daha çok hayran oluyordu.” (s.127)

“Bir insanın ömrünün uzmanlaşmaya yetmeyeceği kadar çok konu var. Benim genel bilgiyi edinmem lazım.” (s.129)

*Entelektüel hayata gıpta etmek Martin ta en baştan kışkırtan ve bilgiye ve kitaba karşı körükleyen bir itici güç haline dönüşüyor:
“Kızın dudaklarından rahatça dökülüveren bilmediği kelimeler, zihnine aşina gelmeyen eleştirel cümleler ve düşünce zincirleri, her ne kadar takibi zorlaştırıyorsa da aklını dürtüyor, harekete geçiriyordu. İşte entelektüel bir hayat ve işte var olabileceğini hayal bile etmediği sıcacık, harika bir güzellik, diye düşündü.” (s.11)

“Ancak onların da kafası bilgiyle doluydu ve bu sayede kızın diliyle konuşabiliyorlardı. Bu düşünce onu bunalttı. Bir beynin işi nedir, diye sordu hırsla.” (s.34)

*Kadınları iyi tanıdığını ispat ediyor Jack London:
“Oysa kız, erkekler dünyasına ait çok az şey bilmesine rağmen, sonuçta bir kadın olduğu için, karşısında yanan gözlerin ayırtına gayet iyi varmıştı.” (s.12)

“Ama o bir kadındı ve kadınların yaman çelişkisini öğrenmeye yeni başlıyordu.” (s.12)

“Kadınlar yüzyıllardır cinsellik denilen şey başladığı andan itibaren gözleriyle konuşurlardı.” (s.60)

“Böyle bir şey yapmayı arzu bile etmemişti. Utançla ve gelişmekte olan kadınlığının gizemleriyle doldu.” (s.200)

*Yine kitabın önemli temalarından olan sınıf farkı. Yalnızca cahil-kültürlü değil, fakir-zengin ayrımını da derin bir şekilde işliyor roman:
“Kızla annesinin öpüşerek selamlaştıktan sonra kollarını birbirine dolamış halde kendisine doğru yürüyüşlerini gördü zihninde beliren resimde. Halbuki kendi dünyasındaki ana babalarla çocuklar sevgilerini böyle göstermezdi.” (s.17)

“Kıza duyduğu arzunun kendisini hissizleştirip donuklaştıran ve canını acıtan bir huzursuzluğa bürünüp aklını karıştırdığının farkına varmak” (s.18)

“Sadece bazı başarılarla kazanamazdı Ruth’u. Her şeyini değiştirmeli, dişlerini bile fırçalamalı, hatta özgürlüğünden vazgeçmiş gibi hissetmesine neden olsa da kolalı yaka takmalıydı.” (s.44)

“Bu ayaktakımının içinden nasıl çıkıp ona yaraşır biri haline gelebilirdi? Kendisinin de işçi sınıfına mensup olmasının daha da ağırlaştırdığı bu sorun, karabasan gibi çöktü üzerine. Her şey onu aşağı çekmeye çalışıyordu.” (s.51)

“O bankayla işi olanların sınıfına mensuptu. Oysa kendisi hayatta hiçbir bankanın içine girmiş değildi ve bu tür kurumlara sadece çok zengin ve çok güçlü insanların girip çıktığını düşünürdü. Bir ahlaki devrim sürecindeydi. Ruth’un saflık ve temizliği onu da etkilemişti ve varlığının en derinlerinden temizlenme ihtiyacını seslendiren bir çığlık yükseliyordu. Ruth ile aynı havayı solumaya layık olacaksa, temizlenmesi gerekiyordu zaten. Dişlerini temizliyordu. Bir eczanenin vitrininde tırnak fırçası görüp bunun ne işe yaradığını aklına getirene kadar mutfaklarda kullanılan tahta fırçayla ellerini fırçaladı. Fırçayı alırken eczacı tırnaklarına bakıp bir de tırnak törpüsü kullanmasını tavsiye edince bir başka kişisel bakım aletine daha sahip oldu.” (s.56-57)

“Artık bu konulara duyarlı olduğu için, işçi sınıfına mensup insanların pantolonlarının çuval gibi bollaşmış dizleriyle üst tabakanın pantolonlarının dizden ayağa dümdüz inen keskin çizgisi arasındaki farkı hemen görüyordu.” (s.57)

“Yıllardır uzun saatler boyunca makinede çalışıyor. İnsanın bedeni gençken yumuşak olur, ama ağır işlerde çalışmak, o işlerin doğası gereği, insanın bedenini macun gibi şekillendirir. Sokakta rastladığım işçi sınıfına mensup adamların çoğunun ne iş yaptığını bir bakışta söyleyebilirim. Bana bakın. Neden böyle yalpalaya yalpalaya yürüyorum? Denizde geçirdiğim yıllar yüzünden. Aynı yılları sığır güderek geçirseydim, genç ve esnek bedenimle şimdi yalpalamayacaktım, ama bu sefer de çarpık bacaklı olacaktım. O kız da aynı. Ancak sert olarak tanımlayabileceğim gözlerini gördünüz. Hiç kimse tarafından korunup kollanmamış.” (s.121)

“Alt sınıftan gelme Martin, gençlerin ve deneyimsizlerin birbirlerini temasla elde etmelerinde sorun yok düşüncesine sahipti, ama üst sınıflardaki yüce şahsiyetlerin de aşklarını böyle yaşaması, akla bile getirilemeyecek bir şeydi ona göre. Romanlar bu konuda yanılıyordu demek. İşçi sınıfından kızlarda sonuca götüren sarılmalar, sessiz okşamalar, üst sınıf kızlarında da etkili oluyordu. Hepsi aynı etten yapılmıştı ne de olsa, dış görünüşleri dışında hepsi birbirinin aynıydı; Spencer’ı hatırlayabilseydi, bunu kendi başına da bilebilirdi.” (s.209)

“Hakikat olup olmaması umurunda değil,” diye ısrar etti Ruth. “Terbiye ve nezaket denilen bir şey vardır ve senin de kimsenin onurunu kırmak gibi bir hakkın yok.” (s.378)

“Halbuki düşünsene, bir zamanlar bütün masumiyetimle yüksek makamlarda oturan, güzel evlerde yaşayan, banka hesabı olan eğitimli insanların ne kadar değerli olduklarına inanırdım.” (s.379)

“Nasıl açıklayabilirdi ki? Kendisiyle yakınındaki insanlar arasındaki korkunç düşünsel uçurumdan şaşkına dönmüştü.” (s.394)
*Öpüşmek:
“Ayrıca ablasının dudaklarının ne kadar cansız olduğunu da fark etmişti. Bir öpücükte olması gerektiği gibi dudakların canlı baskısını hissetmemişti.” (s.49)

“Sonra aklına Ruth geldi; her şeyi gibi dudaklarının da serin ve tatlı olabileceğini düşündü. Öpüşü de el sıkışı veya bakışı gibiydi herhalde; kesin ve samimi.” (s.49)

*Gemicilik:
“Sonra gemi sahiplerini ve sigortacıları hatırladı; kaptanın iki efendisiydi bunlar, çıkarları kaptana tamamen zıt olan ve tek başlarına bile onu mahvedebilecek gücü olan efendiler.” (s.53)

*Martin Eden’de dönüşümün başlaması romanın önemli bir dönüm noktasını belirliyor. Martin başka bir benliğe dönüştükçe karakteri de değişime uğruyor. Daha önceki mülayim hali bilgiyle beslendikçe ve etrafındaki insanların boş yere öğrenim gördüklerini gördükçe onu kızdırıyor ve tepkileri de bundan negatif olarak etkileniyor, bu şekilde yavaş yavaş kendisini toplumun dışında görmeye başlıyor:
“Ayrıca aklı da nadasa bırakılmış toprak gibiydi. Kitaplardaki soyut düşünceler açısından bütün hayatı boyunca süren bir nadastı bu, ama artık ekim yapmanın vakti gelmişti. Daha önce hiç çalışmadığı için yorulmak nedir bilmeyen zihni, şimdi kitaplardaki en küçük bilgi kırıntısını bile sünger gibi emiyordu.” (s.65)
“Kapıda onu bizzat karşılayan Ruth’un kadın gözü, ütülü pantolonuyla, zor tanımlanan ama hemen hissedilen değişiklikleri fark etti.” (s.69)
“Yine de el yordamıyla yolunu arayan o zihnin gücünü hissetmişti. Sanki bir dev, kendini tutan bağlardan kurtulmak için kıvrılıp bükülüyor, kıvranıp debeleniyordu.” (s.73)

*Bir okuyucu kadar olduğu gibi yazar olarak da kelimelerin hayranı Martin:
“Ruth’un söylediği kelimeleri telaffuz ettikçe kımıldaşıp oynayan o dudakların hareketini izlemek, ona müthiş zevk veriyordu.” (s.71)

“Yani aslında aklımda başka kelimeler de var. Onları kitaplardan seçtim, ama dilim dönmüyo, bunun için de kullanmıyom.” Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler.” (s.74)

*Dar görüşlülük çağın/çağımızın bir hastalığı olarak okuyucuya sunuluyor. Ruth’un temsil ettiği dar görüşlülük onunla beraber kitabın kahramanlarının birçoğunda nüksediyor ve Martin’i manen çıldırtıyor, zarar gördürtüyor, yalnız bırakıyor:
“İnsan denilen yaratığın zihninde yer etmiş olan; kendi renginin, inancının ve siyasetinin en doğrusu, en iyisi olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış diğer tüm insanların kendisinden daha talihsiz konumlara sahip olduğuna inanmasını sağlayan o yaygın dar görüşlülük, Ruth’da da vardı.” (s.86)

*Kütüphane için ne kadar güzel bir tabir. Kütüphanelerin o büyülü mistik havasını ne kadar da güzel anlatıyor:
“Bilgi, bana bir harita odası gibi geliyor. Kütüphaneye her gidişimde bunu düşünür, etkilenirim. Öğretmenlerin rolü, çocuklara harita odasının içinde ne olduğunu sistemli biçimde öğretmek. Öğretmen, harita odasındaki rehberdir, hepsi o. O bilgiler onların kafalarının içinde değil. İcat eden, yaratan onlar değil. Her şey o harita odasında. Öğretmenler harita odasından nasıl yararlanacaklarını bilir. Onların işi, normalde orada kaybolabilecek kişilere yol göstermektir.” (s.103)

*Öğretmenlik:
“Öğretmenlerin de hızı böyledir. En yavaş öğrencilerinin hızında öğretmeleri gerekir.” (s.103)

*Yazmak Martin için bir misyon, bir zorunluluk. Dünyaya gelişinin asıl amacını anlama aracı:
“Sonra büyük bir ihtişamla o büyük fikir geldi aklına. Yazacaktı. Gördüğünü dünyaya gösteren bir göz, duyduğunu aleme duyuran bir kulak, hissettiğini insanlara duyumsatan bir kalp olacaktı.” (s.89)

“Martin ayrıntıları değil bütünü görmüştü; bir de o dünyaya nasıl hakim olacağını. Yazarak! Bu düşünce bir alev gibi girmişti içine.” (s.89)

“Kütüphanede bulduğu etkili yazma sanatını anlatan bir kitaptan paragraf ve imla işareti denilen şeyler olduğunu öğrendi.” (s.90)

“Kelimeler sanki kaleminin ucunda dökülüveriyordu.” (s.92)

“Ama unutmayın ki yazma gücüm olduğunu hissediyorum; nasıl olduğunu açıklayamam, sadece içimde olduğunu biliyorum.” (s.96)

“İşte buydu! Sırrı ucundan yakalamıştı. Büyük yazarların, usta şairlerin yaptığı da aynen buydu işte. Onların birer dev haline gelmelerinin nedeni de aynı şeydi. Düşündüklerini, hissettiklerini ve gördüklerini nasıl ifade edebileceklerini biliyorlardı.” (s.104)

“Kendini ifade etmenin sırrını, kelimeleri uysal hizmetkarlar haline getirmenin yöntemini, onları bir araya getirerek tek tek sahip olduklarından daha fazla anlam ifade edecek şekilde birbirine bağlamanın yolunu keşfetmiş olanlar vardı. O sırrın kendine şöyle bir görünüp geçmesiyle içinde derin heyecanlar hissetti.” (s.104)

“Asıl dünya onun kafasının içindeydi ve yazdığı hikayeler, birçok parça halinde zihninden çıkan gerçeklikti.” (s.108)

Kaleminden sanki hikaye akıyor, kolay şiir tarzlarına (bunları dergilerde görmüştü.)” (s.111)

“Yazmakla vakit kaybediyor, dehaların ve üniversite mezunu ender insanların bile her zaman başaramadıkları bir şeyi elde etmeye çalışıyor.” (s.213)

“Kalemi elime ilk aldığımda kendimin bile doğru dürüst anlayıp değerlendiremediğim birkaç önemsiz tecrübem dışında yazacak bir şeyim yoktu. Doğru dürüst fikrim yoktu. Gerçekten öyle. Düşünebileceğim kelimelerim bile yoktu. Deneyimlerimse anlam kazanmamış bir sürü görüntüden ibaretti. Bilgilendikçe, kelime haznemi geliştirdikçe, o deneyimlerimde görüntüleri aşan şeyler olduğunu gördüm.” (s.216)

*Dilbilim:
Kanaka Dili:
“Kanaka dilinde ‘Yeter’ demek,” diye açıklama yaptı, “ağzımdan gayriihtiyari çıktı. ‘P-a-u’ şeklinde söylenir.” (s.22)

Latince:
“Ama Latince zihinsel bir eğitimdir. Aklın disiplinidir. Disiplinli zihinler yaratan şeydir.” (s.132)
“Düşünürler de Latinceyle idman yapar. İnsanı eğitir Latince.” (s.132)

*Martin Eden zengin olana kadar yalnız rehin yoluyla ayakta kalabiliyor. Nakit parayı elinde tutamadığı için birşekilde sürekli birşeyleri bırakıp birşeyleri alarak hayatını devam ettirebiliyor. Durmadan bu değiş tokuşlarla ilgili kafa yormak durumunda. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında da Roskolnikov’un durumu aynıydı. [AAKA-956] Bugünün kredi kartlarından bir farkı yok aslında.

*Hem şiir üzerine hem de romanda geçen şiirler üzerine:
“Kendi başına bile ciddi birer sorun olan kafiye, ölçü ve yapı meselesinin üzerinde ve ötesinde bütün büyük şiirlerde bulunan ele avuca sığmayan o uçuşu şeyi bir türlü yakalayıp şiirine hapsedemedi. Varlığını sezdiği ve peşinden koştuğu, ama tutamadığı şey, şiirin zapt edilemez ruhuydu. Sıcacık bir parlaklıktı ona göre, peşinden koşturan ama hep erişebileceği noktanın ötesinde kalan ılık bir buğuydu; bazen küçük iplikçiklerinin ucunu yakalamakla ödüllendiriliyor, bu iplikçikleri dokuyarak beyninde dönüp duran notalarda yankısını bulan ifadelere veya görülmemiş bir güzelliğin puslu esintisine kendini bırakmış zihnindeki görümlerin içinden salınarak geçen cümleciklere dönüştürdüğü bile oluyordu.” (s.107)

“Albay’ın hanımı ve Judy O’Grady,
Dış görünüşleri farklı, içleri aynı,” (s.209)

“Dışarıdaydım ben
O geldiğinde,
Buymuş meğer, neden,
Borç istermiş benden,
Uğramış evime
İyi ki çıkmışım erken.
Param kaldı cebimde.” (s.217)

“Sert eserim öğleleri
Ay çıkınca, geceleri
Şişiririm yelkenleri.” (s.274)

“Deniz derin ve sükunet içinde;
Uyutuyor her şeyi sinesinde;
Suya dalış, kabarcıklar ve biter,
Tek bir adımda her şey sona erer.” (s.312)

“En ağır silleleri vursa da kader,
Ezilir belki ama eğilmez başım.” (s.325)

“Bitirdim ben…
Koydum lavtamı kenara.
Mor üçgüller arasında
Gölgeler asılı durdukça
Şakımak da sona erdi, şarkılar da.
Bitirdim ben…
Koydum lavtamı kenara.
Eskiden bülbüller gibi erken,
Çiy düşmüş çalılarda öterken,
Kestim artık sesimi.
Yorgun bir ketenkuşuyum şimdi.
Dudağımdaki ezgiler bitti,
Öttüğüm zamanlar geçip gitti.
Bitirdim ben.
Koydum lavtamı kenara.” (s.402)

*Belediye Park’ında nutuk atanlar günümüzde de var:
“Belediye Parkı’nda nutuklar atan ağzı kalabalık sosyalistler ve işçi sınıfı filozoflarıydı. Kütüphaneye giderken içinden geçtiği parkta ayda bir iki kez bisikletinden inip onları dinliyor ve her seferinde zorla ayrılıyordu oradan.” (s.123)

*Merak:
“Meraklıydı ve öğrendiği her şey, hafızasının ayrı bir bölümüne arşivleniyordu. Bu sayede denizcilik konusunda devasa bir arşive sahip olmuştu.” (s.126)

*Kültür:
“Güzelliği severim ve kültür, güzelliği daha incelikli değerlendirmemi, ona daha iyi nüfuz etmemi sağlayacaktır.” (s.131)

*Güzellik:
“Güzellik değerlidir, ama ben daha önce değerini hiç bilememiştim. Güzelliği anlamsız bir şey, şiirden ve akıldan yoksun, sadece güzellik olarak kabul etmiştim. Güzellik hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Oysa şimdi biliyorum, daha doğrusu öğrenmeye başlıyorum. Şu çimler, artık onların neden çim olduğunu, güneşin, yağmurun ve toprağın gizli kimyalarıyla onları bu hale nasıl getirdiğini bildiğim için daha güzel geliyor. Çünkü çimlerin hayat hikayesinde büyük bir romans var ve hatta, evet, macera da var. Bunu düşünmek bana heyecan veriyor. Kuvvetin ve maddenin karşılıklı oyununu ve müthiş mücadelesini görünce, çimler üzerine bir destan yazabilirmişim gibi geliyor.” (s.139)

*Bir yazar için masası ne kadar da önemli. Martin bunu tekrar farketmemizi sağlıyor:
“Oturup düşünceli düşünceli masasına baktı. Üzerinde mürekkep lekeleri vardı. Bir anda onu ne kadar sevdiğini fark etti. “Benim sevgili masam” dedi, “seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti. Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın.” (s.149)

*İçki içmek:
“Hiç dikkat ettin mi, aşçılar da deli gibi içer. Fırıncılar da öyle. İş yüzünden. İçmek zorundalar.” (s.180)

“Aşırı çalışma insanı içmeye sevk ediyor.” (s.184)

*Yalnızlık:
“Yalnızlığını daha güçlü ve kendini daha yorgun hissetti.” (s.198)

“Büyük bir yalnızlığın farkına vardı.” (s.301)

“Onun sorunu yalnızlığıydı.” (s.322)

“Yalnızlığının yarattığı sıkıntıydı.” (s.352)

*Denizciler:
“Her limanda bir sevgili edinmek gibi bir alışkanlıkları varmış” (s.208)

“Denizciler hep öyledir. Hesaplı, ihtiyatlı davranmayı hiç örenmemiş.” (s.213)

*Yazarlık:
“Duygu ve duyarlıkları, okuyan veya dinleyenlerin içinde benzer duygu ve duyarlıklar oluşturacak şekilde sözle ya da yazıyla ifade edilmiş konuşmalara dönüştürmek büyük bir görev. Asil bir görev.” (s.140)

“Oturup düşünceli düşünceli masasına baktı. Üzerinde mürekkep lekeleri vardı. Bir anda onu ne kadar sevdiğini fark etti. “Benim sevgili masam” dedi, “seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti. Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın.” (s.149)

“Bütün kapılar kapalıysa büyük yazarlar nasıl ortaya çıkıyor? İmkansızı başararak çıkıyorlar. Öylesine parlak, öylesine olağanüstü eserler oraya koyuyorlar ki onlara karşı çıkanları küle çeviriyorlar. Mucize kabili geliyor, binde bir ihtimali gerçekleştiriyorlar.” (s.308)


*Küçücük odada etraftaki mobilyalara çarpmadan hareket edememesi hem fakirliğinin boyutunu hem de kitaba olan tutkusunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor:
“Dolabın kapağını kapatmadan odanın kapısını açamıyordu mesela. Odanın içinde düz bir çizgide bir yandan öbür yana yürüyemiyordu. Kapıdan yatağın başına yürümek, zikzak çizmeyi gerektiriyordu ki karanlıkta bir şeylere çarpmadan bu yolu almayı asla beceremedi. Birbirini engelleyen kapılar sorununu hallettikten sonra mutfağa girmemek için sağa keskin bir dönüş yapmalıydı. Sonra yatağın ayağından kaçınmak için sola dönmesi gerekiyordu, ama bu dönüş fazla keskin olursa masanın köşesine denk geliyordu. Ani bir duruş ve yalpayla sola dönüşünü durdurup sağa yönelince bir tarafı yatak, diğer tarafıysa masa olan bir kanala giriyordu.” (s.224)

*Kendini yetiştirmek Martin’in sahip olduğunu en büyük iradenin eseridir. Nasıl bir disiplin bu, nasıl bir tutku, nasıl bir sevgi:
“Tek bir anını bile kaybetmiyordu. Aynasının kenarında kelimelerin anlam ve telaffuz listeleri asılıydı; tıraş olurken, giyinirken, saçını tararken bu listelerin üzerinden baştan sona bir kez geçiyordu. Yağ sobasının üstündeki duvarda da benzer listeler vardı ve yemek pişirirken veya bulaşık yıkarken de buradaki listelerin üzerinden geçiyordu. Sürekli eskilerin yerine yeni listeler geliyordu. Okumalarında rastladığı, bilmediği veya kısmen bildiği her kelime bir kenara not alınıyor, sonra da yeteri kadar birikince daktilo edilip aynanın kenarına veya duvara iğneleniyordu. Hatta cebinde de liste taşıyor ve sokakta bulduğu boş vakitlerde, kasapta veya bakkalda sıra beklerken gözden geçiriyordu.” (s.225-226)

*Eserlerinin dergiler tarafından kabulünün olduğu sahne çok acıklıydı. O tutkulu anda yaşadığı hisleri aşağıdaki satırlar çok güzel ifade ediyorlar:
“Sendeleyerek odasına gitti, elinde henüz açmadığı zarfla yatağının üzerine oturdu ve olağanüstü güzel bir haber alan insanların nasıl birden düşüp öldüğünü o anda anladı.” (s.246)

*Gazetecilik üzerine:
“Gazetecininse sabahtan akşama yaptığı, buna benzer yazılar yazmaktır; hayatının esası budur. Gazetecinin fırtınalı bir hayatı vardır ama o ana özgürdür, geçmişi ve geleceği yoktur. Üslup derdi yoktur, tek derdi haber yazmaktır. Yani gazetecilik kesinlikle edebiyat değildir. Şu anda, tam da üslubumun belirginleşmeye ve oturmaya başladığı böyle bir zamanda gazeteciliğe başlamak, edebi intihar olur. Zaten bu halde bile yazdığım her kısa hikaye, her kısa hikayemin her kelimesi özümü, kendime duyduğum saygıyı ve güzelliğe duyduğum hürmeti ihlal etmem demek.” (s.306)

*Editörlük:
“Editörlerin yüzde doksan dokuzunun başta gelen özelliği, başarısızlıkları. Yazar olmayı başaramamışlar. Sakın masa başı işinin sıkıcılığını, satışların ve işletme müdürünün kölesi olmayı yazarlıktan daha çok istediklerini zannetme. Yazmaya çalışmış ve becerememişler. İşte lanetli paradoks da tam burada. Edebiyatta başarıya açılan her kapının önünde bekçi köpeği olarak onlar, yani edebiyatta başarıya ulaşamamışlar durur.” (s.307)

*Gazete hikayeciliği:
“Sonuçta gazetede yayımlanacak hikayelerin asla trajik olmaması, hiçbir zaman mutsuz sonla bitmemesi; üslupta edebilik, düşünsel zenginlik ve duyguda hassasiyet gibi unsurları katiyen içermemesi gerektiğini keşfetti.” (s.284)

*Kadın-Erkek ilişkileri:
“İçlerindeki en iyi şeyi birbirlerine vermeyeceklerse erkekler ve kadınlar hayatta niye bir araya gelir ki? İçlerindeki en iyi şeyse ilgilendikleri, geçimlerini sağladıkları, gece gündüz çalıştıkları, rüyalarında bile görüp iyice uzmanlaştıkları şeydir.” (s.272)

*Dergilerde tefrika:
“Teklif ettiğimiz değişiklikleri yapmanız şartıyla,” diye Teresa okuyordu yavaş yavaş, “hikayenizin tefrika halinde yayın hakkı için size kırk dolar öneriyoruz.” (s.254)

*Eleştirmenlik:
“Onların ardından yine bir başka başarısızlık abidesi olan eleştirmenler gelir. Sakın bana o rüyayı görmediklerini, şiir ya da roman yazmayı denemediklerini anlatma; denemiş ama becerememişlerdir.” (s.308)

*Martin Eden’in yazarlığı romanın en önemli yapıtaşlarından biri. Aynı zamanda bu roman Jack London’ın otobiyografisine eş değer olduğu için de bu bölüm çok önemli çünkü London hakkında da bize değerli bilgi veriyor. Bir yazarın nasıl yazdığı, nelere dikkat ettiği konusunda üniversal mesajlar da içeriyor:
“Aslına bakılırsa kuvvetli bir hayal gücünün ürünü ve fantastik olmalarına rağmen, ona göre bu hikayelerinin esas gücü, gerçeğin cazibesini taşımalarıydı.” (s.268)

“Bundan böyle yazacağı kısa hikayelerde her zaman başvurmak üzere yarım düzine kadar kalıp fişi oluşturdu.” (s.285)

“Üslubum bozulur. Üslup sahibi olabilmek için ne kadar çalıştığım hakkında bir fikrin var mı?” (s.306)

 “Başarıya ulaşacağımı biliyorum. Kimse beni tutamaz. Şiirlere, hikayelere ve makalelere dökerek söylemek istediklerimle yanıyor içim.” (s.311)

“Yazma arzum, içimdeki en hayati şeydir benim.” (s.314)

“Evet öyle ama bu namussuz hikaye hep peşimdeydi. Yazmamak elimden gelmezdi. Yazılmak istiyordu.” (s.346)

“Hayat böyle,” diye cevapladı dobraca. “Gerçek. Hakiki. Benim de hayatı gördüğüm gibi yazmam lazım.” (s.346)

“Yazmaya oturduğu ilk gün, sahip olduğu araçlardaki ustalığının idrakinden aldığı büyük hazla kavradı kalemini. Sert ve keskin kenarların eserini kesip biçeceğinden, sakatlayacağından ve tadını kaçıracağından hiçbir korkusu kalmamıştı. Aylar boyunca süren yoğun çalışmaları ve uygulamaları, ödülünü şimdi veriyordu. Artık şekillendirmekte olduğu şeyin rüzgarına ve devasa dalgalarına kendini güvenle bırakabiliyordu; çalışarak geçirdiği saatler içinde, daha önce hiç olmadığı kadar hayata, hayatın meselelerine dair mutlak ve kozmik bir kavrayışa ulaştığını hissetti.” (s.370)

*Deha:
“Olayların içine nüfuz eden yakıcı bir kavrayışa ve sezgiye, yani dehanın zapt edilemez alevine sahip olduğunu görmüştü; içinde ateş yanıyordu adamın.” (s.322)

*’Konuya Fransız kalmak’ İngilizcesinden direkt çeviri mi yoksa bizim lisanımıza ve deyişlerimize adapte mi edilmiş bilmiyorum ama her iki durumda da bu deyiş her zaman dikkatimi çekmiştir:
“Evet, anladım, konuya Fransız kaldınız,” (s.375)

*Fikir savaşı:
“Fırtınalı bir akşamdı ama sadece düşünsel açıdan; fikir savaşı yapılmıştı.” (s.385)

*Yahudi tarihi:
“Adamın dar omuzlarıyla sağlıksız göğsü kalabalık bir gettonun çocuğu olduğunu ilan ederken, zayıf ve sefil kölelerle onlara hükmeden ve zamanın sonuna kadar da hükmetmeye devam edecek olan bir avuç azametli efendi arasında çağlardır süren mücadeleyi bütün gücüyle hissetti. Martin. Şu ufak tefek pörsümüş yaratık, bunun simgesiydi. Biyolojinin yasalarına göre hayatın hudutlarında helak olan zayıf ve etkisiz insanlardan oluşan bütün o sefil yığınları temsil eden kişiydi. Güçsüzlerdi, yetersizlerdi. Kurnaz felsefelerine ve karıncalar gibi birlikte çalışmaya eğilimli olmalarına rağmen, Doğa Ana olağanüstü insan lehine onları reddetmişti. Doğa Ana ki doğurgan eliyle etrafa saçtığı mebzul miktardaki hayat tohumunun sadece en iyilerini seçiyordu. Yarış atlarının ve hıyarların soylarını geliştirirken insanın taklit edip kullandığı yöntem de buydu. Şüphesiz Kozmos’un yaratıcısı çok daha iyi bir yöntem geliştirebilirdi, ama bu özel Kozmos’un yaratıkları, bu özel yöntemi sineye çekmek durumundaydılar. Elbette yok olurken kıvranıp debelenmeyecekler demek değildi bu; tıpkı sosyalistlerin kıvranması gibi, tıpkı kürsüdeki konuşmacının ve hayatın ceremesini asgariye indirip zekalarıyla Kozmos’u alt edebilecekleri yeni bir mekanizma geliştirmek üzere onunla fikirleşen ter içindeki kalabalığın o anki kıvranması gibi.” (s.382-383)

*Dergilerin gerçek anlamda kabullenmeye başlamaları yalnızca Martin’i değil, biz okuyucuları da hem rahatlatıyor hem de mutlu ediyor:
“En ufak bir heyecan bile hissetmeden açtı, üç yüz dolarlık değer ifade eden çekin yüzüne şöyle bir baktı ve ‘Macera’nın kabulüne karşılık gönderildiğini gördü.” (s.411)

*Romanda Martin Eden’in birçok eserinden bahsediliyor. Belki bunların hepsi hayal ürünü belki de Jack London’un eserlerini çağrıştırıyorlar. Uydurma bile olsalar London’un bunları uydururken çok keyif aldığını zannediyorum:
Eserler (Toplam 29):
“Deniz Güzellemeleri” (s.112)
"Hayatın Badesi” (s.141)
“Aşk Döngüsü” (s.197)
“Macera” (s.145)
“Tencere” (s.159)
“Neşe” (s.160)
“Yıldıztozu” (s.227)
“Tefecinin İtibarı” (s.230)
“Çan Sesleri” (s.246)
“Girdap” (s.255)
“Yanılsamanın Felsefesi” (.239)
“Hazine Avcıları” (s.267)
“Tanrı ve Balçık” (s.268)
“Güneşin Utancı” (s.283)
“Mucize Hayalcileri” (s.283)
“Egonun Mihenk Taşı” (s.283)
“Kalabalık Sokak” (s.288)
“Neşe” (s.288)
“İnci Dalgıçlığı” (s.291)
“Bir Meslek Olarak Deniz” (s.291)
“Kaplumbağa Yakalama” (s.291)
“Kuzeydoğu Alizeleri” (s.291)
“Gizemin Yüce Sahipleri” (s.319)
“Güzelliğin Beşiği” (s.319)
“Wiki-Wiki” (s.345)
“Falcı” (s.411)
“Peri ve İnci”(s.292)
“Aşk Şiirleri” (s.305)
“Beklenen”

*Kitapta bahsedilen belki hayali belki gerçek olan dergi ve gazeteler 
(Toplam 9):
“Transcontinental Monthly”
“White Mouse”                                                         
“The Globe”
“The Northern Review”
“Warren’s Monthly”
“Mackintosh’s Magazine”
“The New York Outview”
“The Parthenor”
“Youth and Age”
“The Billow”
“The Acropolis”
“The Hornet”
“The Millenium”

*Romanda zaman zaman bilim kurgusal/fantastik sahneler var, bir görünüp kayboluyorlar ve bu sahneler kitabın genel doğasına aykırı bir görüntü sağlasa da bir yandan okuyucuyu şaşırtarak düşündürtüyor da:
-Tahiti’de kano yapan çocuk:
“Orada öylece ne kadar oturdu bilmiyordu ki kör kör bakan gözlerinin önünde uzun, beyaz bir ışık çizgisi belirdi. Çok ilginçti. Giderek büyüyüp belli bir şekil almasını izlediği ışığın, Pasifik’in dev beyaz dalgalarıyla tüten bir mercan resifi olduğu ortaya çıktı. Sonra köpüklü dalgaların oluşturduğu çizgide mercanlara yaklaşan küçük bir kano gördü; dıştan yan destekli bir kanoydu.” (s.404)

-B.Higginbothem, H.Von Schmidt, C. Hapgood’la olan sahne:
“Marian gittikten sonra bu olay üzerine derin derin düşündü ve kız kardeşiyle nişanlısını, kendi sınıfıyla Ruth’un sınıfının mensuplarını; yani kendi küçük hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten yaşamayı ve birey olmayı beceremeyenleri düşününce bir iki kez acı kahkahalara boğuldu. Onları adeta bir geçit törenindeymişler gibi tek tek gözlerinin önüne getirdi: Bernard Higginbotham’la Bay Butler kol kola, Herman von Schmidt ile Charley Hapgood yanak yanağa geçiyor, kitaplardan edindiği ahlak ve kavrayış standartlarına göre Martin tarafından değerlendirilip azat edildikçe birer ikişer gelip gidiyorlardı.” (s.302)

“Cevap yerine görümde hızlı bir dönüşüm yaşandı. Dar kenarlı şapka ile kare kesimli palto gitti, yerine ılımlı giysiler geldi; yüzdeki katı ifade, gözlerdeki sert bakışlar gitti, güzellik ve bilginin birleşimi olan bir zihinden ışıyan, ıslah ve terbiye olup yumuşamış, arınıp temizlenip incelmiş bir surat geldi yerine.” (s.303)