Martin Eden
Jack London
Martin Eden, Jack London [AAKA-1051]
Jack
London’ın hatırlayabildiğim kadarıyla okuduğum ilk kitabı. Sabancı
Üniversitesi’nde EMBA hocalarımdan Ahmet Öncü’nün kati tavsiyesiyle alıp
okumaya başladım. İyi ki okumuşum çünkü hayatımda beni en çok etkileyen
kitaplardan biriydi. Okuduğumdan beri birçok kişiye tavsiye ediyor hediye
ediyorum. İster öğrenme açlığı çeken bir insanın ister bir yazarın mutlaka
okuması gereken yüce bir eser, bir başyapıt.
Özet:
Martin Eden, bir
kavgada kurtardığı kültürlü ve zengin sınıftan olan Arthur’un davetlisi olarak
evlerine gider. Martin İngilizceyi dahi iyi konuşamayan bir gemi işçisidir.
Martin o akşam Arthur’un kız kardeşi Ruth’la tanışır ve birbirlerine tutulurlar
ama sınıf farklarından dolayı bu durumu kendilerine dahi itiraf edemezler.
Martin Ruth’dan
aldığı enerjiyle zaten önceden beridir içinde barınan müthiş öğrenme aşkıyla
daha da kitaplara, dilbilimine saldırır. Hatta bir kütüphaneden sürekli kitap
ödünç almaya ve onları adeta yutmaya başlar.
Aslında Martin çok
çekici bir erkektir ve kendi sınıfındaki en güzel kadınlar dahi onun etrafında
pervane olmaktadırlar. Bunlardan biri dünya güzeli Lizzy’dir ancak artık
Martin’in aklı Ruth’da olduğu için Lizzy’e yüz vermez.
Çekingenliğini
yendikten sonra Martin Ruth’dan ders ve yönlendirme almaya başlar ve
İngilizcesini çok ilerletmesinin yanı sıra kültürünü de kat kat büyütür,
geliştirir.
Bir süre sonra
Martin artık yazmaya başlar. Bu kısa zamanda hayatının en büyük tutkusu hatta
yaşama sebebi olur. Zaman geçtikçe Martin ve Ruth aşklarının iyice bilincine
varırlar. Arada Martin yazdığı yazıları Ruth’a okumaktadır. Ruth Martin’in
yazdıklarının çoğundan fazla etkilenmez. Bu da Martin’i zaman zaman umutsuzluğa
düşürürse de yazmaktan hiç vazgeçmez.
Martin’in arada
parası bittikçe hayatını kazanmak için yaptığı işler vardır; gemiyle açılıp
miçoluk yapma, bir çamaşırhanede yeni arkadaş olduğu Joel ile kuru temizleme
yapmak gibi. Bu geçici işler deli gibi okuyup yazması için ona maddi kaynak
sağlarlar.
Martin Ruth’a
sonunda kalbini açar ve Ruth’un ailesinin tüm itirazlarına rağmen nişanlanırlar
ama Ruth’un anne babası bu nişan kararına uymuş gözükseler de bir yandan eve
çeşitli damat adaylarını çağırarak Ruth’un gözünü açmaya çalışırlar.
Martin arada
çocuklu dul iyi yürekli Maria Silva’nın yanına kiracı olarak taşınır. Bununla
beraber çılgınca bir tutkuyla yazdığı birçok yazıyı ülkenin dört bir yanındaki
dergilere yollar ama hep ama hep reddedilir. Çok tek tük cüzi olarak eline bir şeyler
geçtiği olur ama geçimine hiçbir faydası olmaz ve ona bir yazar olma hakkı da
vermez. Ama hiç yılmaz, korkunç bir inatla yazmaya ve göndermeye devam eder.
Martin kültür
olarak o kadar ileri bir seviyeye çıkar ki Ruth’un çevresindeki yüksek kültürlü
insanlardan bile keyif almaz olur. Bir tek Ruth’ların evindeki bir davette
tanıştığı Profesör Cladmell’den keyif alır, ki aslında neredeyse onun bile
üstüne çıkmıştır. Daha sonra da Martin Russ Brissenden ile tanışır. Russ da
Martin gibi çok ileri zekada ve kültürde bir adamdır, Martin gibi kendini
toplumdan uzak izole hissetmektedir.
Martin Ruth’un
sınıfındaki insanlardan o kadar rahatsız olmaya başlar ki onların evinde bir
gün hem Ruth’un babası hem de onların misafiri olan bir yargıç olan Blount’la
da neredeyse kavga eder.
Martin kendi
yolladığı o kadar yazıyla dergilere gazetelere çıkmazken bir sosyalist
derneğinde yaptığı ateşli konuşmayla istemeye istemeye bu muradına erer.
Gazetelere manşet olmasıyla Ruth onu terk eder. Martin önce iyice bir bunalıma girer
sonra yine kendi yazılarına döner.
Martin kendisine
gerçekten tek yakın hissedebildiği arkadaşı Russ’un dahiyane bir eserini onun
izni olmadan dergilerden birine yollar ama cevabı gelemeden Russ’un intihar
ettiğini öğrenir. Russ anlaşılamamaktan ve toplumdan kendini soyutladığı için
ölümü seçmiştir. Arkasından Russ’un eseri tüm ülkede kapışılır ve gazetelere
manşet olur. Aylarca bu eser üzerine gazetelerde yazarlar tartışırlar.
Martin Eden’in tam
bu sırada birdenbire eserleri dergiler tarafından kabul görmeye başlar. Daha
önce bir kere yaptığı gibi gidip zorla parasını almak zorunda da kalmadan
inanılmaz bir hızla dergilerden para yağmaya başlar. Arka arkaya ülkenin dört
bir yanından yazıları için (roman, makale, şiir) yığınla para gelir. Bir anda
denebilecek bir çabuklukla etrafındaki herkesten çok daha zengin hale gelir.
Yazıları kabul gördüğün andan itibaren yazmayı bırakmıştır. Kendi yazabileceği
herşeyi yazmış gibidir. Yalnızca daha önce yazdıklarını satmaktadır.
Martin hemen
etrafında bulunan sevdiği kişilere yardım etmeye başlar. Ablasının paracı
kocasına para yardımı yaparak artık eve hizmetçi alınacağını şart koşar. Kız
kardeşinin de kocasına yardım eder. Çamaşırhanede beraber çalıştığı Joel’a bir
çamaşırhane satın alır. Mari Silva’ya bir ev satın alır. Lizz’i bir akşam
okuluna yollayarak bir meslek edinmesini sağlar.
Arada Ruth büyük
pişmanlıkla ona dönmeye çalışır ama o artık aşkını yitirmiştir. Ruth’un onu hiç
anlamadığını fark etmiştir, çok geç de olsa.
Martin de ünlü
olduktan sonra etrafından gelen onca ilgiye saygıya hiç değer vermez. O kadar
uzun süre anlaşılmamanın yorgunluğu ve bıkkınlığı içindedir. Ruth’un her zaman
onu küçük gördüğü, kızına zerrece layık görmediği babası onu yemeğe çağırır,
hatta yargıç Blount bile onu özel bir kulübe üye yapmaya çalışır. Hiçbirisine
rağbet etmez. İnsanlardan gittikçe soğur ve uzaklaşır. Sonunda Tahiti’ye
taşınmaya karar verir ve bir yolcu gemisine biner.
Gemi açıklardayken
Martin suya atlar. Artık karadan binlerce kilometre uzaktadır. Önce huzurlu bir
şekilde suyun üstünde kalır sonra bütün gücüyle suyun olabildiğince dibine
dalar. Sonra yavaş ve emin bir şekilde ölür.
Gözlemlerim:
*Kitaptan çok etkilendim. Hayatımda okuduğum en önemli başyapıtlardan
bir tanesi.
*Kitap üzerine, okumak-öğrenmek üzerine, insanın kendini bulması,
yazarlık tutkusu, bilgi açlığı, insanın kendine inanması üstüne, sınıf farkları
üzerine yazılmış en değerli eserlerden...
*Martin Eden’in intiharı toplumun üstüne çıkıp orada kendini çok yalnız
hissetmesi yüzünden. Bu da bir ders içeriyor onun gibi insanlar için.
Kendilerini toplumdan çok soyutlamamalılar. Eserlerini yaratmaktan aldıkları
haz ve toplumun beğenisi ve çevreyle paylaşım zevki yeterli olmalı.
*Kitap
aynı zamanda çok iyi, duygulu ve romantik yazılmış bir aşk romanı. Aşkla ilgili
çok anlamlı sözler analizler var:
“Kıza duyduğu arzunun kendisini hissizleştirip
donuklaştıran ve canını acıtan bir huzursuzluğa bürünüp aklını karıştırdığının
farkına varmak” (s.18)
“Bir
kadının yüzüne bakıp sarhoş olacağımı hiç sanmazdım.” (s.33)
“Halbuki
güzelliği içlerinde hisseden insanlardan olsalardı, o parlayan gözlerin ve
hararetlenmiş yüzün, gencin aşkla ilk tanışmasının belirtisi olduğunu
anlayabilirlerdi.” (s.37)
“Ruth
tek bir hecenin bu kadar güzel olabileceğini hiç aklına getirmemişti şimdiye
dek.” (s.41)
“Bu
ismi her mırıldanışında kızın yüzü karşısında parlıyor, karşısındaki pis duvarı
altın ışıltısına boğuyordu. Işıltı duvarda kalmıyor, sonsuzluğa yayılıyor ve
Martin Eden’in ruhu, o ışıltılı derinliklerde kızın ruhunu arıyordu.” (s.41)
“Çıkıntılı
alnının üzerinden dağınık duran kahverengi, fındık kabuğu rengi dağınık
saçlarında kadınların çok hoşuna giden, okşamak için ellerini karıncalandıran,
içinden geçirmek için parmaklarını tatlı tatlı ürperten bukleler vardı.” (s.42)
“Onu
aşkla, daha yüce ve ebedi bir hayatın anlık görüntüsüyle ateşleyen Ruth vardı;
beynini kemiren binlerce kurtçukla ihtiraslarını hararetlendiren kitaplar
vardı;” (s.58)
“Kapıda
onu bizzat karşılayan Ruth’un kadın gözü, ütülü pantolonuyla, zor tanımlanan
ama hemen hissedilen değişiklikleri fark etti.” (s.69)
“Martin
de tokalaşırken kızın elini avucunda hissedince mutluluk içinde yüzdüğünü
duyumsadı.” (s.69)
“Martin’in
boynu geçen seferki gibi onu büyülemeye devam ediyor ve elleriyle o boynu tutma
düşüncesi, içine bir hoşluk veriyordu Ruth’un. Hala bunun ahlaksızca bir güdü
olduğunu düşünüyordu, kendini bu şekilde dışa vurabileceğini hiç hayal
etmemişti.” (s.70)
“Ruth’un
söylediği kelimeleri telaffuz ettikçe kımıldaşıp oynayan o dudakların
hareketini izlemek, ona müthiş zevk veriyordu.” (s.71)
“Ruth’a
bakarken gözlerinde parlayan ışığın, içlerinde aşkın ihtirası bulunan bütün
erkeklerin gözlerinde de aynı şekilde parladığının farkında değildi.” (s.71)
“Hiçbir
kadında onunki gibi bir sese rastlamamıştı. O sesin en ufak bir çınlaması
aşkını canlandırıyor, dillendirdiği her bir kelime Martin’i heyecanlandırıp
kalbinin zonk zonk atmasına neden oluyordu. Ona bunu yapan, sesin kalitesi,
sakinliği ve müzikalitesiydi; kültürün ve zarif bir ruhun yumuşak, zengin,
tarif edilemez ürünüydü o ses.” (s.78)
“Aşkın
volkanik patlamalarını, yakan ateşini, kavrulmuş küllerden oluşan kıraç
döküntüsünü hiç canlandırmamıştı gözünde.” (s.80)
“Martin’in
farkına vardığı kozmik duygunun, dünyanın dört bir yanında kadınları ve
erkekleri eşit bir güçle birbirine çeken, çiftleşme mevsiminde erkek geyikleri
birbiriyle ölümüne kavga ettiren, elementleri bile karşı konulmaz biçimde
birleşmeye yönelten şey, en kozmik şey, aşk olduğunu bilecek tecrübesi yoktu.”
(s.80)
“Her
zamanki gibi Martin’den fışkıran sağlık onu yine çarptı; adeta bedenine
giriyor, akkor gibi damarlarında dolaşıyor, kuvvetinin etkisiyle kızı tir tir
titretiyordu. Martin de Ruth’un elini tutup mavi gözlerine bakarken kıpkırmızı
oldu,” (s.94)
“Tek
bir gönül ilişkisi bile yaşamadan durgun geçen yirmi dört yıl sonucunda, kendi
duygularını hemen algılama becerisiyle donatılmaktan uzak kalmış ve gerçek
aşkın sıcaklığını asla tatmamış biri olarak gitgide hararetlendiğinin de farkında
değildi.” (s.106)
“Sesini
duyduğunda ona duyduğu aşk yumruk gibi çarptı suratına. Ne sesti o!” (s.117)
“Gerçek
aşkı tadan bütün aşıkların hissettiği asil fedakarlık hissi, tam o anda,
telefonun başında, yakıp kavuran odla görkemli nurun iç içe geçtiği bir kasırga
biçiminde üzerine inmişti; fark etti ki onun uğruna ölme duygusunu iyi yaşaması
ve çok sevmesi lazımdı. Henüz yirmi bir yaşındaydı ve daha önce hiç aşık
olmamıştı.” (s.118)
“Bu
temasla birlikte içine doyumsuz heyecanlar doldu ve birkaç hoş dakika boyunca
maddi dünyayı terk ederek Ruth’la beraber havalarda uçtu.” (s.120)
“Aşkın
akılla alakası yoktu. İnsanın aşık olduğu kadının mantıklı düşünüp düşünmemesi
önemli değildi. Aşk, aklın üzerindeydi.” (s.132)
“Sadece
görüştüklerinde selamlaşırken ve ayrıldıklarında vedalaşırken değil, bisiklet
sürerken, tepelere götürecekleri şiir kitaplarını şeritlerle bağlarken, yan
yana oturup bütün dikkatleriyle o kitapları okurken, ellerinin birbirine
değmesi için fırsatlar oluyordu hep.” (s.195)
“Aniden
oldu. Son derece yavaş konuşuyordu; gözleri sıcacıktı, heyecanla doluydu,
eriyordu, yanakları hafifçe kızarmış ve öyle kalmıştı. Biraz öncesine kadar…
sen bana sarılana kadar bilmiyordum. Seninle evlenmeyi asla düşünmedim, Martin,
biraz öncesine kadar. Ne yaptın da aşık ettin beni kendine?” (s.207)
“Aşkı
dünyanın en iyi şeyi olarak görüyordu. İçindeki devrimi başlatan, yontulmamış
bir denizciyken onu bir öğrenci ve sanatçı haline getiren, dolayısıyla da
öğrenim, sanat ve aşk üçlüsü arasında diğer ikisine üstün gelen en büyük ve en
güzel şey, aşktı.” (s.221)
“Aşka
tapıyordu. Akıl vadisinin ötesindeki dağların zirveleriydi aşkın memleketi.
Varoluşunun yüce bir hali, yaşamın zirvesiydi ve çok ender bulunurdu.” (s.222)
“Hayatta
her şey kötüye gidebilir, aşk hariç. Yeter ki bitkin düşen, bocalayıp
tökezleyen zayıf iradeli biri olmasın, aşk hiçbir zaman yolunu şaşırmaz.”
(s.315)
“Kelimelerle
ifade edilmiş tüm savları aşan, sözcüklere dökülmemiş bir iddia okudu Ruth’un
gözlerinde. O gözlerde aşkı gördü ve bütün tereddütlerin uçup gitmiş olduğunu
anladı. Kendi gözleri de aşk doluydu. Aşkta sual olmazdı. Tutkudan onun
anladığı buydu.” (s.371)
*Karakter
analizleri:
Ruth:
“Ruth’un
asil başına örttüğü hafif ve yumuşacık şey neyse onu, sarındığı mantonun
altından kendini belli eden haz verici endamını, hal ve tavırlarındaki
inceliği, eteklerini tutan elinin zarafetini görecek zamanı buldu;” (s.62)
Martin Eden: “İyice açılan ve görüş açısına giren
hiçbir şeyi kaçırmayan gözleri, önündeki güzelliği içtikçe, o savaşçı ışık
giderek söndü ve yerin ılık bir parıltıya bıraktı.” (s.5)
“Delikanlı,
kaslı vücudunun altına tir tir titreyen bir hassasiyet kütlesiydi. Dış dünyadan
gelen en ufak bir etki, bilincini, düşüncelerini, anlayışını ve hislerini
zıplatıyor, alev gibi yalayıp geçiyordu onu. Fazlasıyla açık olduğu dış
etkilere son derece duyarlıydı, üstün ve coşkun hayal gücü sürekli benzerlik ve
farklılık ilişkileri kurmakla meşguldü.” (s.6)
“Düşünce
ve duyarlık açısından güçlü bir doğası; canlı, kıpır kıpır bir yaratıcı ruhu
vardı. Biçim ve ifade kazanmak için sancılı bir mücadele veren tasavvur ve
heyecanları onu ele geçirmişti.” (s.21)
“Martin
Eden’in ruhu, o ışıltılı derinliklerde kızın ruhunu arıyordu.” (s.42)
“Çıkıntılı
alnının üzerinden dağınık duran kahverengi, fındık kabuğu rengi dağınık
saçlarında kadınların çok hoşuna giden, okşamak için ellerini karıncalandıran,
içinden geçirmek için parmaklarını tatlı tatlı ürperten bukleler vardı.” (s.42)
“Bu
dudaklar, bir savaşçının ve aşığın dudaklarıydı.” (s.43)
“Saldırganlığa
işaret eden kare biçimli kuvvetli çenesi de böylesi zamanlarda dudakların
yardımcısı oluyordu.” (s.44)
“Madem
seni seviyor, elinde hikayelerle ve çocukça hayallerle ciddiyetsizce
dolaşacağına makul bir adam gibi davranması ve seninle evlenecek konuma
gelebilmek için bir şeyler yapması gerekirdi. Ama korkarım Martin Eden hiçbir
zaman büyümeyecek.” (s.189)
“Biliyorsun,
sen uç bir insansın sevgilim, sana gayet anlaşılır gelen şey, bizlere öyle
gelmeyebilir.” (s.310)
“Ortalama
bir üniversite öğrencisinin bir yılda edindiği bilginin çok daha fazlasını ben
bir ayda öğreniyorum.” (s.313)
*Tablo Tasviri:
“Onu
büyüleyen şey yağlıboya bir resimdi. Koca bir dalga kayanın üzerinde
gümbürtüyle patlamış, kara fırtına bulutları gökyüzünü sarmıştı; güvertesindeki
her şeyin ayrıntısıyla görülebileceği kadar yan yatmış bir uskuna, dalga köpük
hattının üzerinde orsa seyrederek fırtınalı günbatımına doğru ilerliyordu!”
(s.5)
*Kitap aşkı/tutkusu kitabın en etkileyici
en güzel temalarından. Bu yazıları okuyunca insanın kitaba olan şevki artıyor,
tasvirler okuyucuyu heyecanlandırıyor:
“Mektubunu
okuyan arkadaşına doğru bakınca sehpanın üzerindeki kitapları gördü. Açlıktan
midesi kazınan birinin yiyecek gördüğü anda gözleri nasıl arzuyla dolarsa, onun
da gözleri öyle şevkle, istekle parladı.” (s.5)
“Okuduklarım
iyi mallardı. Işıl ışıl yanıyorlardı. Güneş gibi veya bir ışıldak gibi ta içimi
aydınlattılar.” (s.13)
“Okuduğu
dizelerdeki yüceliği, kor gibi parlayan hayatı hissetmiş.” (s.13)
“Her
kitabın tek tek her sayfası bilgi alemine açılan birer gözetleme deliğiydi.
Okudukları açlığını daha da artırdı.” (s.55)
“Onu
aşkla, daha yüce ve ebedi bir hayatın anlık görüntüsüyle ateşleyen Ruth vardı;
beynini kemiren binlerce kurtçukla ihtiraslarını hararetlendiren kitaplar
vardı;” (s.58)
“Martin
kızlarla böyle saçma sapan konuşurken aklından çağların bilgeliğiyle dolu koca
koca kütüphane rafları geçiyordu.” (s.61)
“Ayrıca
aklı da nadasa bırakılmış toprak gibiydi. Kitaplardaki soyut düşünceler
açısından bütün hayatı boyunca süren bir nadastı bu, ama artık ekim yapmanın
vakti gelmişti. Daha önce hiç çalışmadığı için yorulmak nedir bilmeyen zihni,
şimdi kitaplardaki en küçük bilgi kırıntısını bile sünger gibi emiyordu.”
(s.65)
“Meraklıydı ve öğrendiği her şey, hafızasının ayrı
bir bölümüne arşivleniyordu. Bu sayede denizcilik konusunda devasa bir arşive
sahip olmuştu.” (s.126)
“Gözlemleyerek,
çözerek ve öğrenilmesi gereken her şeye aşina olarak evrenin dar sokaklarında,
sapa yollarında ve ormanlarında dolaşıyordu. Daha çok öğrendikçe evrene, hayata
ve bütün bunların ortasında kendi hayatına daha çok hayran oluyordu.” (s.127)
“Bir
insanın ömrünün uzmanlaşmaya yetmeyeceği kadar çok konu var. Benim genel
bilgiyi edinmem lazım.” (s.129)
*Entelektüel hayata gıpta etmek Martin ta
en baştan kışkırtan ve bilgiye ve kitaba karşı körükleyen bir itici güç haline
dönüşüyor:
“Kızın
dudaklarından rahatça dökülüveren bilmediği kelimeler, zihnine aşina gelmeyen
eleştirel cümleler ve düşünce zincirleri, her ne kadar takibi zorlaştırıyorsa
da aklını dürtüyor, harekete geçiriyordu. İşte entelektüel bir hayat ve işte
var olabileceğini hayal bile etmediği sıcacık, harika bir güzellik, diye
düşündü.” (s.11)
“Ancak
onların da kafası bilgiyle doluydu ve bu sayede kızın diliyle konuşabiliyorlardı.
Bu düşünce onu bunalttı. Bir beynin işi nedir, diye sordu hırsla.” (s.34)
*Kadınları iyi tanıdığını ispat ediyor Jack
London:
“Oysa
kız, erkekler dünyasına ait çok az şey bilmesine rağmen, sonuçta bir kadın
olduğu için, karşısında yanan gözlerin ayırtına gayet iyi varmıştı.” (s.12)
“Ama
o bir kadındı ve kadınların yaman çelişkisini öğrenmeye yeni başlıyordu.”
(s.12)
“Kadınlar
yüzyıllardır cinsellik denilen şey başladığı andan itibaren gözleriyle
konuşurlardı.” (s.60)
“Böyle
bir şey yapmayı arzu bile etmemişti. Utançla ve gelişmekte olan kadınlığının
gizemleriyle doldu.” (s.200)
*Yine kitabın önemli temalarından olan
sınıf farkı. Yalnızca cahil-kültürlü değil, fakir-zengin ayrımını da derin bir
şekilde işliyor roman:
“Kızla
annesinin öpüşerek selamlaştıktan sonra kollarını birbirine dolamış halde
kendisine doğru yürüyüşlerini gördü zihninde beliren resimde. Halbuki kendi
dünyasındaki ana babalarla çocuklar sevgilerini böyle göstermezdi.” (s.17)
“Kıza
duyduğu arzunun kendisini hissizleştirip donuklaştıran ve canını acıtan bir
huzursuzluğa bürünüp aklını karıştırdığının farkına varmak” (s.18)
“Sadece
bazı başarılarla kazanamazdı Ruth’u. Her şeyini değiştirmeli, dişlerini bile
fırçalamalı, hatta özgürlüğünden vazgeçmiş gibi hissetmesine neden olsa da
kolalı yaka takmalıydı.” (s.44)
“Bu
ayaktakımının içinden nasıl çıkıp ona yaraşır biri haline gelebilirdi?
Kendisinin de işçi sınıfına mensup olmasının daha da ağırlaştırdığı bu sorun,
karabasan gibi çöktü üzerine. Her şey onu aşağı çekmeye çalışıyordu.” (s.51)
“O
bankayla işi olanların sınıfına mensuptu. Oysa kendisi hayatta hiçbir bankanın
içine girmiş değildi ve bu tür kurumlara sadece çok zengin ve çok güçlü
insanların girip çıktığını düşünürdü. Bir ahlaki devrim sürecindeydi. Ruth’un
saflık ve temizliği onu da etkilemişti ve varlığının en derinlerinden
temizlenme ihtiyacını seslendiren bir çığlık yükseliyordu. Ruth ile aynı havayı
solumaya layık olacaksa, temizlenmesi gerekiyordu zaten. Dişlerini
temizliyordu. Bir eczanenin vitrininde tırnak fırçası görüp bunun ne işe
yaradığını aklına getirene kadar mutfaklarda kullanılan tahta fırçayla ellerini
fırçaladı. Fırçayı alırken eczacı tırnaklarına bakıp bir de tırnak törpüsü
kullanmasını tavsiye edince bir başka kişisel bakım aletine daha sahip oldu.”
(s.56-57)
“Artık
bu konulara duyarlı olduğu için, işçi sınıfına mensup insanların
pantolonlarının çuval gibi bollaşmış dizleriyle üst tabakanın pantolonlarının
dizden ayağa dümdüz inen keskin çizgisi arasındaki farkı hemen görüyordu.”
(s.57)
“Yıllardır
uzun saatler boyunca makinede çalışıyor. İnsanın bedeni gençken yumuşak olur,
ama ağır işlerde çalışmak, o işlerin doğası gereği, insanın bedenini macun gibi
şekillendirir. Sokakta rastladığım işçi sınıfına mensup adamların çoğunun ne iş
yaptığını bir bakışta söyleyebilirim. Bana bakın. Neden böyle yalpalaya
yalpalaya yürüyorum? Denizde geçirdiğim yıllar yüzünden. Aynı yılları sığır
güderek geçirseydim, genç ve esnek bedenimle şimdi yalpalamayacaktım, ama bu
sefer de çarpık bacaklı olacaktım. O kız da aynı. Ancak sert olarak
tanımlayabileceğim gözlerini gördünüz. Hiç kimse tarafından korunup
kollanmamış.” (s.121)
“Alt
sınıftan gelme Martin, gençlerin ve deneyimsizlerin birbirlerini temasla elde
etmelerinde sorun yok düşüncesine sahipti, ama üst sınıflardaki yüce
şahsiyetlerin de aşklarını böyle yaşaması, akla bile getirilemeyecek bir şeydi
ona göre. Romanlar bu konuda yanılıyordu demek. İşçi sınıfından kızlarda sonuca
götüren sarılmalar, sessiz okşamalar, üst sınıf kızlarında da etkili oluyordu.
Hepsi aynı etten yapılmıştı ne de olsa, dış görünüşleri dışında hepsi
birbirinin aynıydı; Spencer’ı hatırlayabilseydi, bunu kendi başına da
bilebilirdi.” (s.209)
“Hakikat
olup olmaması umurunda değil,” diye ısrar etti Ruth. “Terbiye ve nezaket
denilen bir şey vardır ve senin de kimsenin onurunu kırmak gibi bir hakkın
yok.” (s.378)
“Halbuki
düşünsene, bir zamanlar bütün masumiyetimle yüksek makamlarda oturan, güzel
evlerde yaşayan, banka hesabı olan eğitimli insanların ne kadar değerli
olduklarına inanırdım.” (s.379)
“Nasıl
açıklayabilirdi ki? Kendisiyle yakınındaki insanlar arasındaki korkunç düşünsel
uçurumdan şaşkına dönmüştü.” (s.394)
*Öpüşmek:
“Ayrıca ablasının dudaklarının ne kadar
cansız olduğunu da fark etmişti. Bir öpücükte olması gerektiği gibi dudakların
canlı baskısını hissetmemişti.” (s.49)
“Sonra aklına Ruth geldi; her şeyi gibi
dudaklarının da serin ve tatlı olabileceğini düşündü. Öpüşü de el sıkışı veya
bakışı gibiydi herhalde; kesin ve samimi.” (s.49)
*Gemicilik:
“Sonra gemi sahiplerini ve sigortacıları
hatırladı; kaptanın iki efendisiydi bunlar, çıkarları kaptana tamamen zıt olan
ve tek başlarına bile onu mahvedebilecek gücü olan efendiler.” (s.53)
*Martin
Eden’de dönüşümün başlaması romanın önemli bir dönüm noktasını belirliyor.
Martin başka bir benliğe dönüştükçe karakteri de değişime uğruyor. Daha önceki
mülayim hali bilgiyle beslendikçe ve etrafındaki insanların boş yere öğrenim
gördüklerini gördükçe onu kızdırıyor ve tepkileri de bundan negatif olarak
etkileniyor, bu şekilde yavaş yavaş kendisini toplumun dışında görmeye
başlıyor:
“Ayrıca
aklı da nadasa bırakılmış toprak gibiydi. Kitaplardaki soyut düşünceler
açısından bütün hayatı boyunca süren bir nadastı bu, ama artık ekim yapmanın
vakti gelmişti. Daha önce hiç çalışmadığı için yorulmak nedir bilmeyen zihni,
şimdi kitaplardaki en küçük bilgi kırıntısını bile sünger gibi emiyordu.”
(s.65)
“Kapıda
onu bizzat karşılayan Ruth’un kadın gözü, ütülü pantolonuyla, zor tanımlanan
ama hemen hissedilen değişiklikleri fark etti.” (s.69)
“Yine de el yordamıyla yolunu arayan o
zihnin gücünü hissetmişti. Sanki bir dev, kendini tutan bağlardan kurtulmak
için kıvrılıp bükülüyor, kıvranıp debeleniyordu.” (s.73)
*Bir
okuyucu kadar olduğu gibi yazar olarak da kelimelerin hayranı Martin:
“Ruth’un söylediği kelimeleri telaffuz
ettikçe kımıldaşıp oynayan o dudakların hareketini izlemek, ona müthiş zevk
veriyordu.” (s.71)
“Yani aslında aklımda başka kelimeler
de var. Onları kitaplardan seçtim, ama dilim dönmüyo, bunun için de
kullanmıyom.” Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler.” (s.74)
*Dar
görüşlülük çağın/çağımızın bir hastalığı olarak okuyucuya sunuluyor. Ruth’un
temsil ettiği dar görüşlülük onunla beraber kitabın kahramanlarının birçoğunda
nüksediyor ve Martin’i manen çıldırtıyor, zarar gördürtüyor, yalnız bırakıyor:
“İnsan denilen yaratığın zihninde yer
etmiş olan; kendi renginin, inancının ve siyasetinin en doğrusu, en iyisi
olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış diğer tüm insanların kendisinden
daha talihsiz konumlara sahip olduğuna inanmasını sağlayan o yaygın dar
görüşlülük, Ruth’da da vardı.” (s.86)
*Kütüphane
için ne kadar güzel bir tabir. Kütüphanelerin o büyülü mistik havasını ne kadar
da güzel anlatıyor:
“Bilgi, bana bir harita odası gibi
geliyor. Kütüphaneye her gidişimde bunu düşünür, etkilenirim. Öğretmenlerin
rolü, çocuklara harita odasının içinde ne olduğunu sistemli biçimde öğretmek.
Öğretmen, harita odasındaki rehberdir, hepsi o. O bilgiler onların kafalarının
içinde değil. İcat eden, yaratan onlar değil. Her şey o harita odasında.
Öğretmenler harita odasından nasıl yararlanacaklarını bilir. Onların işi,
normalde orada kaybolabilecek kişilere yol göstermektir.” (s.103)
*Öğretmenlik:
“Öğretmenlerin de hızı böyledir. En
yavaş öğrencilerinin hızında öğretmeleri gerekir.” (s.103)
*Yazmak
Martin için bir misyon, bir zorunluluk. Dünyaya gelişinin asıl amacını anlama
aracı:
“Sonra büyük bir ihtişamla o büyük
fikir geldi aklına. Yazacaktı. Gördüğünü dünyaya gösteren bir göz, duyduğunu
aleme duyuran bir kulak, hissettiğini insanlara duyumsatan bir kalp olacaktı.”
(s.89)
“Martin ayrıntıları değil bütünü
görmüştü; bir de o dünyaya nasıl hakim olacağını. Yazarak! Bu düşünce bir alev
gibi girmişti içine.” (s.89)
“Kütüphanede bulduğu etkili yazma
sanatını anlatan bir kitaptan paragraf ve imla işareti denilen şeyler olduğunu
öğrendi.” (s.90)
“Kelimeler sanki kaleminin ucunda
dökülüveriyordu.” (s.92)
“Ama unutmayın ki yazma gücüm olduğunu
hissediyorum; nasıl olduğunu açıklayamam, sadece içimde olduğunu biliyorum.”
(s.96)
“İşte buydu! Sırrı ucundan yakalamıştı.
Büyük yazarların, usta şairlerin yaptığı da aynen buydu işte. Onların birer dev
haline gelmelerinin nedeni de aynı şeydi. Düşündüklerini, hissettiklerini ve
gördüklerini nasıl ifade edebileceklerini biliyorlardı.” (s.104)
“Kendini ifade etmenin sırrını,
kelimeleri uysal hizmetkarlar haline getirmenin yöntemini, onları bir araya
getirerek tek tek sahip olduklarından daha fazla anlam ifade edecek şekilde
birbirine bağlamanın yolunu keşfetmiş olanlar vardı. O sırrın kendine şöyle bir
görünüp geçmesiyle içinde derin heyecanlar hissetti.” (s.104)
“Asıl dünya onun kafasının içindeydi ve
yazdığı hikayeler, birçok parça halinde zihninden çıkan gerçeklikti.” (s.108)
Kaleminden sanki hikaye akıyor, kolay
şiir tarzlarına (bunları dergilerde görmüştü.)” (s.111)
“Yazmakla vakit kaybediyor, dehaların
ve üniversite mezunu ender insanların bile her zaman başaramadıkları bir şeyi
elde etmeye çalışıyor.” (s.213)
“Kalemi elime ilk aldığımda kendimin
bile doğru dürüst anlayıp değerlendiremediğim birkaç önemsiz tecrübem dışında
yazacak bir şeyim yoktu. Doğru dürüst fikrim yoktu. Gerçekten öyle.
Düşünebileceğim kelimelerim bile yoktu. Deneyimlerimse anlam kazanmamış bir
sürü görüntüden ibaretti. Bilgilendikçe, kelime haznemi geliştirdikçe, o
deneyimlerimde görüntüleri aşan şeyler olduğunu gördüm.” (s.216)
*Dilbilim:
Kanaka
Dili:
“Kanaka dilinde ‘Yeter’ demek,” diye
açıklama yaptı, “ağzımdan gayriihtiyari çıktı. ‘P-a-u’ şeklinde söylenir.”
(s.22)
Latince:
“Ama Latince zihinsel bir eğitimdir.
Aklın disiplinidir. Disiplinli zihinler yaratan şeydir.” (s.132)
“Düşünürler de Latinceyle idman yapar.
İnsanı eğitir Latince.” (s.132)
*Martin
Eden zengin olana kadar yalnız rehin yoluyla ayakta kalabiliyor. Nakit parayı
elinde tutamadığı için birşekilde sürekli birşeyleri bırakıp birşeyleri alarak
hayatını devam ettirebiliyor. Durmadan bu değiş tokuşlarla ilgili kafa yormak
durumunda. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında da Roskolnikov’un durumu aynıydı.
[AAKA-956] Bugünün kredi kartlarından bir farkı yok aslında.
*Hem
şiir üzerine hem de romanda geçen şiirler üzerine:
“Kendi başına bile ciddi birer sorun
olan kafiye, ölçü ve yapı meselesinin üzerinde ve ötesinde bütün büyük
şiirlerde bulunan ele avuca sığmayan o uçuşu şeyi bir türlü yakalayıp şiirine
hapsedemedi. Varlığını sezdiği ve peşinden koştuğu, ama tutamadığı şey, şiirin
zapt edilemez ruhuydu. Sıcacık bir parlaklıktı ona göre, peşinden koşturan ama
hep erişebileceği noktanın ötesinde kalan ılık bir buğuydu; bazen küçük
iplikçiklerinin ucunu yakalamakla ödüllendiriliyor, bu iplikçikleri dokuyarak
beyninde dönüp duran notalarda yankısını bulan ifadelere veya görülmemiş bir
güzelliğin puslu esintisine kendini bırakmış zihnindeki görümlerin içinden
salınarak geçen cümleciklere dönüştürdüğü bile oluyordu.” (s.107)
“Albay’ın hanımı ve Judy O’Grady,
Dış görünüşleri farklı, içleri aynı,”
(s.209)
“Dışarıdaydım ben
O geldiğinde,
Buymuş meğer, neden,
Borç istermiş benden,
Uğramış evime
İyi ki çıkmışım erken.
Param kaldı cebimde.” (s.217)
“Sert eserim öğleleri
Ay çıkınca, geceleri
Şişiririm yelkenleri.” (s.274)
“Deniz derin ve sükunet içinde;
Uyutuyor her şeyi sinesinde;
Suya dalış, kabarcıklar ve biter,
Tek bir adımda her şey sona erer.”
(s.312)
“En ağır silleleri vursa da kader,
Ezilir belki ama eğilmez başım.”
(s.325)
“Bitirdim ben…
Koydum lavtamı kenara.
Mor üçgüller arasında
Gölgeler asılı durdukça
Şakımak da sona erdi, şarkılar da.
Bitirdim ben…
Koydum lavtamı kenara.
Eskiden bülbüller gibi erken,
Çiy düşmüş çalılarda öterken,
Kestim artık sesimi.
Yorgun bir ketenkuşuyum şimdi.
Dudağımdaki ezgiler bitti,
Öttüğüm zamanlar geçip gitti.
Bitirdim ben.
Koydum lavtamı kenara.” (s.402)
*Belediye
Park’ında nutuk atanlar günümüzde de var:
“Belediye Parkı’nda nutuklar atan ağzı
kalabalık sosyalistler ve işçi sınıfı filozoflarıydı. Kütüphaneye giderken
içinden geçtiği parkta ayda bir iki kez bisikletinden inip onları dinliyor ve
her seferinde zorla ayrılıyordu oradan.” (s.123)
*Merak:
“Meraklıydı ve öğrendiği her şey,
hafızasının ayrı bir bölümüne arşivleniyordu. Bu sayede denizcilik konusunda
devasa bir arşive sahip olmuştu.” (s.126)
*Kültür:
“Güzelliği severim ve kültür, güzelliği
daha incelikli değerlendirmemi, ona daha iyi nüfuz etmemi sağlayacaktır.”
(s.131)
*Güzellik:
“Güzellik değerlidir, ama ben daha önce
değerini hiç bilememiştim. Güzelliği anlamsız bir şey, şiirden ve akıldan
yoksun, sadece güzellik olarak kabul etmiştim. Güzellik hakkında hiçbir şey
bilmiyordum. Oysa şimdi biliyorum, daha doğrusu öğrenmeye başlıyorum. Şu çimler,
artık onların neden çim olduğunu, güneşin, yağmurun ve toprağın gizli
kimyalarıyla onları bu hale nasıl getirdiğini bildiğim için daha güzel geliyor.
Çünkü çimlerin hayat hikayesinde büyük bir romans var ve hatta, evet, macera da
var. Bunu düşünmek bana heyecan veriyor. Kuvvetin ve maddenin karşılıklı
oyununu ve müthiş mücadelesini görünce, çimler üzerine bir destan
yazabilirmişim gibi geliyor.” (s.139)
*Bir
yazar için masası ne kadar da önemli. Martin bunu tekrar farketmemizi sağlıyor:
“Oturup düşünceli düşünceli masasına
baktı. Üzerinde mürekkep lekeleri vardı. Bir anda onu ne kadar sevdiğini fark
etti. “Benim sevgili masam” dedi, “seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti.
Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın.” (s.149)
*İçki
içmek:
“Hiç dikkat ettin
mi, aşçılar da deli gibi içer. Fırıncılar da öyle. İş yüzünden. İçmek
zorundalar.” (s.180)
“Aşırı çalışma
insanı içmeye sevk ediyor.” (s.184)
*Yalnızlık:
“Yalnızlığını daha güçlü ve kendini
daha yorgun hissetti.” (s.198)
“Büyük bir yalnızlığın farkına vardı.”
(s.301)
“Onun sorunu yalnızlığıydı.” (s.322)
“Yalnızlığının yarattığı sıkıntıydı.”
(s.352)
*Denizciler:
“Her limanda bir sevgili edinmek gibi
bir alışkanlıkları varmış” (s.208)
“Denizciler hep öyledir. Hesaplı,
ihtiyatlı davranmayı hiç örenmemiş.” (s.213)
*Yazarlık:
“Duygu ve duyarlıkları, okuyan veya
dinleyenlerin içinde benzer duygu ve duyarlıklar oluşturacak şekilde sözle ya
da yazıyla ifade edilmiş konuşmalara dönüştürmek büyük bir görev. Asil bir görev.”
(s.140)
“Oturup düşünceli düşünceli masasına
baktı. Üzerinde mürekkep lekeleri vardı. Bir anda onu ne kadar sevdiğini fark
etti. “Benim sevgili masam” dedi, “seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti.
Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın.”
(s.149)
“Bütün kapılar kapalıysa büyük yazarlar
nasıl ortaya çıkıyor? İmkansızı başararak çıkıyorlar. Öylesine parlak, öylesine
olağanüstü eserler oraya koyuyorlar ki onlara karşı çıkanları küle
çeviriyorlar. Mucize kabili geliyor, binde bir ihtimali gerçekleştiriyorlar.”
(s.308)
*Küçücük odada etraftaki mobilyalara
çarpmadan hareket edememesi hem fakirliğinin boyutunu hem de kitaba olan
tutkusunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor:
“Dolabın
kapağını kapatmadan odanın kapısını açamıyordu mesela. Odanın içinde düz bir
çizgide bir yandan öbür yana yürüyemiyordu. Kapıdan yatağın başına yürümek,
zikzak çizmeyi gerektiriyordu ki karanlıkta bir şeylere çarpmadan bu yolu
almayı asla beceremedi. Birbirini engelleyen kapılar sorununu hallettikten
sonra mutfağa girmemek için sağa keskin bir dönüş yapmalıydı. Sonra yatağın
ayağından kaçınmak için sola dönmesi gerekiyordu, ama bu dönüş fazla keskin
olursa masanın köşesine denk geliyordu. Ani bir duruş ve yalpayla sola dönüşünü
durdurup sağa yönelince bir tarafı yatak, diğer tarafıysa masa olan bir kanala
giriyordu.” (s.224)
*Kendini yetiştirmek Martin’in sahip
olduğunu en büyük iradenin eseridir. Nasıl bir disiplin bu, nasıl bir tutku,
nasıl bir sevgi:
“Tek
bir anını bile kaybetmiyordu. Aynasının kenarında kelimelerin anlam ve telaffuz
listeleri asılıydı; tıraş olurken, giyinirken, saçını tararken bu listelerin
üzerinden baştan sona bir kez geçiyordu. Yağ sobasının üstündeki duvarda da
benzer listeler vardı ve yemek pişirirken veya bulaşık yıkarken de buradaki
listelerin üzerinden geçiyordu. Sürekli eskilerin yerine yeni listeler
geliyordu. Okumalarında rastladığı, bilmediği veya kısmen bildiği her kelime
bir kenara not alınıyor, sonra da yeteri kadar birikince daktilo edilip aynanın
kenarına veya duvara iğneleniyordu. Hatta cebinde de liste taşıyor ve sokakta
bulduğu boş vakitlerde, kasapta veya bakkalda sıra beklerken gözden
geçiriyordu.” (s.225-226)
*Eserlerinin
dergiler tarafından kabulünün olduğu sahne çok acıklıydı. O tutkulu anda
yaşadığı hisleri aşağıdaki satırlar çok güzel ifade ediyorlar:
“Sendeleyerek odasına gitti, elinde
henüz açmadığı zarfla yatağının üzerine oturdu ve olağanüstü güzel bir haber
alan insanların nasıl birden düşüp öldüğünü o anda anladı.” (s.246)
*Gazetecilik
üzerine:
“Gazetecininse sabahtan akşama yaptığı,
buna benzer yazılar yazmaktır; hayatının esası budur. Gazetecinin fırtınalı bir
hayatı vardır ama o ana özgürdür, geçmişi ve geleceği yoktur. Üslup derdi
yoktur, tek derdi haber yazmaktır. Yani gazetecilik kesinlikle edebiyat
değildir. Şu anda, tam da üslubumun belirginleşmeye ve oturmaya başladığı böyle
bir zamanda gazeteciliğe başlamak, edebi intihar olur. Zaten bu halde bile
yazdığım her kısa hikaye, her kısa hikayemin her kelimesi özümü, kendime duyduğum
saygıyı ve güzelliğe duyduğum hürmeti ihlal etmem demek.” (s.306)
*Editörlük:
“Editörlerin yüzde doksan dokuzunun
başta gelen özelliği, başarısızlıkları. Yazar olmayı başaramamışlar. Sakın masa
başı işinin sıkıcılığını, satışların ve işletme müdürünün kölesi olmayı
yazarlıktan daha çok istediklerini zannetme. Yazmaya çalışmış ve
becerememişler. İşte lanetli paradoks da tam burada. Edebiyatta başarıya açılan
her kapının önünde bekçi köpeği olarak onlar, yani edebiyatta başarıya
ulaşamamışlar durur.” (s.307)
*Gazete
hikayeciliği:
“Sonuçta gazetede yayımlanacak
hikayelerin asla trajik olmaması, hiçbir zaman mutsuz sonla bitmemesi; üslupta
edebilik, düşünsel zenginlik ve duyguda hassasiyet gibi unsurları katiyen
içermemesi gerektiğini keşfetti.” (s.284)
*Kadın-Erkek
ilişkileri:
“İçlerindeki en iyi şeyi birbirlerine
vermeyeceklerse erkekler ve kadınlar hayatta niye bir araya gelir ki?
İçlerindeki en iyi şeyse ilgilendikleri, geçimlerini sağladıkları, gece gündüz
çalıştıkları, rüyalarında bile görüp iyice uzmanlaştıkları şeydir.” (s.272)
*Dergilerde
tefrika:
“Teklif ettiğimiz değişiklikleri
yapmanız şartıyla,” diye Teresa okuyordu yavaş yavaş, “hikayenizin tefrika
halinde yayın hakkı için size kırk dolar öneriyoruz.” (s.254)
*Eleştirmenlik:
“Onların ardından yine bir başka
başarısızlık abidesi olan eleştirmenler gelir. Sakın bana o rüyayı
görmediklerini, şiir ya da roman yazmayı denemediklerini anlatma; denemiş ama
becerememişlerdir.” (s.308)
*Martin
Eden’in yazarlığı romanın en önemli yapıtaşlarından biri. Aynı zamanda bu roman
Jack London’ın otobiyografisine eş değer olduğu için de bu bölüm çok önemli
çünkü London hakkında da bize değerli bilgi veriyor. Bir yazarın nasıl yazdığı,
nelere dikkat ettiği konusunda üniversal mesajlar da içeriyor:
“Aslına bakılırsa kuvvetli bir hayal
gücünün ürünü ve fantastik olmalarına rağmen, ona göre bu hikayelerinin esas
gücü, gerçeğin cazibesini taşımalarıydı.” (s.268)
“Bundan böyle yazacağı kısa hikayelerde
her zaman başvurmak üzere yarım düzine kadar kalıp fişi oluşturdu.” (s.285)
“Üslubum bozulur. Üslup sahibi
olabilmek için ne kadar çalıştığım hakkında bir fikrin var mı?” (s.306)
“Başarıya
ulaşacağımı biliyorum. Kimse beni tutamaz. Şiirlere, hikayelere ve makalelere
dökerek söylemek istediklerimle yanıyor içim.” (s.311)
“Yazma arzum, içimdeki en hayati şeydir
benim.” (s.314)
“Evet öyle ama bu namussuz hikaye hep
peşimdeydi. Yazmamak elimden gelmezdi. Yazılmak istiyordu.” (s.346)
“Hayat böyle,” diye cevapladı dobraca.
“Gerçek. Hakiki. Benim de hayatı gördüğüm gibi yazmam lazım.” (s.346)
“Yazmaya oturduğu ilk gün, sahip olduğu
araçlardaki ustalığının idrakinden aldığı büyük hazla kavradı kalemini. Sert ve
keskin kenarların eserini kesip biçeceğinden, sakatlayacağından ve tadını
kaçıracağından hiçbir korkusu kalmamıştı. Aylar boyunca süren yoğun çalışmaları
ve uygulamaları, ödülünü şimdi veriyordu. Artık şekillendirmekte olduğu şeyin
rüzgarına ve devasa dalgalarına kendini güvenle bırakabiliyordu; çalışarak
geçirdiği saatler içinde, daha önce hiç olmadığı kadar hayata, hayatın
meselelerine dair mutlak ve kozmik bir kavrayışa ulaştığını hissetti.” (s.370)
*Deha:
“Olayların içine nüfuz eden yakıcı bir
kavrayışa ve sezgiye, yani dehanın zapt edilemez alevine sahip olduğunu
görmüştü; içinde ateş yanıyordu adamın.” (s.322)
*’Konuya
Fransız kalmak’ İngilizcesinden direkt çeviri mi yoksa bizim lisanımıza ve
deyişlerimize adapte mi edilmiş bilmiyorum ama her iki durumda da bu deyiş her
zaman dikkatimi çekmiştir:
“Evet, anladım, konuya Fransız
kaldınız,” (s.375)
*Fikir
savaşı:
“Fırtınalı bir akşamdı ama sadece
düşünsel açıdan; fikir savaşı yapılmıştı.” (s.385)
*Yahudi
tarihi:
“Adamın dar omuzlarıyla sağlıksız göğsü
kalabalık bir gettonun çocuğu olduğunu ilan ederken, zayıf ve sefil kölelerle
onlara hükmeden ve zamanın sonuna kadar da hükmetmeye devam edecek olan bir
avuç azametli efendi arasında çağlardır süren mücadeleyi bütün gücüyle
hissetti. Martin. Şu ufak tefek pörsümüş yaratık, bunun simgesiydi. Biyolojinin
yasalarına göre hayatın hudutlarında helak olan zayıf ve etkisiz insanlardan
oluşan bütün o sefil yığınları temsil eden kişiydi. Güçsüzlerdi, yetersizlerdi.
Kurnaz felsefelerine ve karıncalar gibi birlikte çalışmaya eğilimli olmalarına
rağmen, Doğa Ana olağanüstü insan lehine onları reddetmişti. Doğa Ana ki
doğurgan eliyle etrafa saçtığı mebzul miktardaki hayat tohumunun sadece en
iyilerini seçiyordu. Yarış atlarının ve hıyarların soylarını geliştirirken
insanın taklit edip kullandığı yöntem de buydu. Şüphesiz Kozmos’un yaratıcısı
çok daha iyi bir yöntem geliştirebilirdi, ama bu özel Kozmos’un yaratıkları, bu
özel yöntemi sineye çekmek durumundaydılar. Elbette yok olurken kıvranıp
debelenmeyecekler demek değildi bu; tıpkı sosyalistlerin kıvranması gibi, tıpkı
kürsüdeki konuşmacının ve hayatın ceremesini asgariye indirip zekalarıyla
Kozmos’u alt edebilecekleri yeni bir mekanizma geliştirmek üzere onunla
fikirleşen ter içindeki kalabalığın o anki kıvranması gibi.” (s.382-383)
*Dergilerin
gerçek anlamda kabullenmeye başlamaları yalnızca Martin’i değil, biz
okuyucuları da hem rahatlatıyor hem de mutlu ediyor:
“En ufak bir heyecan bile hissetmeden
açtı, üç yüz dolarlık değer ifade eden çekin yüzüne şöyle bir baktı ve
‘Macera’nın kabulüne karşılık gönderildiğini gördü.” (s.411)
*Romanda Martin Eden’in birçok eserinden
bahsediliyor. Belki bunların hepsi hayal ürünü belki de Jack London’un
eserlerini çağrıştırıyorlar. Uydurma bile olsalar London’un bunları uydururken
çok keyif aldığını zannediyorum:
Eserler (Toplam 29):
“Deniz Güzellemeleri” (s.112)
"Hayatın Badesi” (s.141)
“Aşk Döngüsü” (s.197)
“Macera” (s.145)
“Tencere” (s.159)
“Neşe” (s.160)
“Yıldıztozu” (s.227)
“Tefecinin İtibarı” (s.230)
“Çan Sesleri” (s.246)
“Girdap” (s.255)
“Yanılsamanın Felsefesi” (.239)
“Hazine Avcıları” (s.267)
“Tanrı ve Balçık” (s.268)
“Güneşin Utancı” (s.283)
“Mucize Hayalcileri” (s.283)
“Egonun Mihenk Taşı” (s.283)
“Kalabalık Sokak” (s.288)
“Neşe” (s.288)
“İnci Dalgıçlığı” (s.291)
“Bir Meslek Olarak Deniz” (s.291)
“Kaplumbağa Yakalama” (s.291)
“Kuzeydoğu Alizeleri” (s.291)
“Gizemin Yüce Sahipleri” (s.319)
“Güzelliğin Beşiği” (s.319)
“Wiki-Wiki” (s.345)
“Falcı” (s.411)
“Peri ve İnci”(s.292)
“Aşk Şiirleri” (s.305)
“Beklenen”
“Beklenen”
*Kitapta bahsedilen belki hayali belki gerçek olan dergi ve gazeteler
(Toplam 9):
“Transcontinental Monthly”
“Transcontinental Monthly”
“White Mouse”
“The Globe”
“The Northern Review”
“Warren’s Monthly”
“Mackintosh’s Magazine”
“The New York Outview”
“The Parthenor”
“Youth and Age”
“The Billow”
“The Acropolis”
“The Hornet”
“The Millenium”
“The Globe”
“The Northern Review”
“Warren’s Monthly”
“Mackintosh’s Magazine”
“The New York Outview”
“The Parthenor”
“Youth and Age”
“The Billow”
“The Acropolis”
“The Hornet”
“The Millenium”
*Romanda zaman zaman bilim
kurgusal/fantastik sahneler var, bir görünüp kayboluyorlar ve bu sahneler
kitabın genel doğasına aykırı bir görüntü sağlasa da bir yandan okuyucuyu
şaşırtarak düşündürtüyor da:
-Tahiti’de kano yapan çocuk:
“Orada öylece
ne kadar oturdu bilmiyordu ki kör kör bakan gözlerinin önünde uzun, beyaz bir
ışık çizgisi belirdi. Çok ilginçti. Giderek büyüyüp belli bir şekil almasını
izlediği ışığın, Pasifik’in dev beyaz dalgalarıyla tüten bir mercan resifi
olduğu ortaya çıktı. Sonra köpüklü dalgaların oluşturduğu çizgide mercanlara
yaklaşan küçük bir kano gördü; dıştan yan destekli bir kanoydu.” (s.404)
-B.Higginbothem, H.Von Schmidt, C.
Hapgood’la olan sahne:
“Marian
gittikten sonra bu olay üzerine derin derin düşündü ve kız kardeşiyle
nişanlısını, kendi sınıfıyla Ruth’un sınıfının mensuplarını; yani kendi küçük
hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış
sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine
göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten
yaşamayı ve birey olmayı beceremeyenleri düşününce bir iki kez acı kahkahalara
boğuldu. Onları adeta bir geçit törenindeymişler gibi tek tek gözlerinin önüne
getirdi: Bernard Higginbotham’la Bay Butler kol kola, Herman von Schmidt ile
Charley Hapgood yanak yanağa geçiyor, kitaplardan edindiği ahlak ve kavrayış
standartlarına göre Martin tarafından değerlendirilip azat edildikçe birer
ikişer gelip gidiyorlardı.” (s.302)
“Cevap yerine
görümde hızlı bir dönüşüm yaşandı. Dar kenarlı şapka ile kare kesimli palto
gitti, yerine ılımlı giysiler geldi; yüzdeki katı ifade, gözlerdeki sert
bakışlar gitti, güzellik ve bilginin birleşimi olan bir zihinden ışıyan, ıslah
ve terbiye olup yumuşamış, arınıp temizlenip incelmiş bir surat geldi yerine.”
(s.303)